Kafka’yı sevmek ve Prag’da Olmak


Turizmde engellilere fırsat eşitliği verilmiyor

Gezmek, görmek, tanımak, dinlenmek, eğlenmek, farklı kültürler tanıyıp çeşitli ülkelere gitmek her insanın olduğu gibi engellilerin de hakkı. Ne yazık ki, engelliler yaşam alanları onlara göre dizayn edilmediği için yurt içi ve dışında seyahat edemiyorlar. Yaşamın güzelliklerini keşfetmek ve insanın insana bıraktığı kültür mirasına tanımak için engellilere fırsat eşitliği verilmiyor. Çünkü, halen engelliler ikinci sınıf vatandaş olarak görülüyor. Mimari engellere ulaşım ve konaklama sorunu da eklenince engelliler tatil yapamıyorlar. Farklı ülkeleri ve bölgeleri gezip göremiyorlar.

Kafka’nın Prag’ında olmak

Bu yüzden ben de yurt dışına çıkma düşlerimi hep erteledim. Hayatta en fazla yapmak istediğim şey, Kafka’nın doğduğu topraklara gidip onun yürüdüğü sokaklarda gezmek, Vlatava Nehri’nde gezerken onun soluğunu duyumsamak, Prag’da uyandığımda onun yürek atışını dinlemekti. Sevmek böyle birşeydi çünkü… Ben Kafka’yı sevmiyorum. Kitaplarını okurken adeta büyüleniyorum. Zaman ve mekanın ötesine geçip uçsuz bucaksız bir evrenin içinde kayboluyorum. Bu öyle bir kayboluş ki, çevremdeki her şey buharlaşıp uçuyor… Doğa sarsılıyor, ben sarsak bir ihtiyar gibi titriyorum. Bir ipin ucunda Kafka’nın gözleri bir sarkaç sallanıyor… Her bir salınım da dünyam değişiyor… Üst üste yığılıyor tüm gezegenler… Işığagöçümlü bir değişinimcilik… O konuştukça gökyüzünden yeryüzüne doğru dökülüyor akbabalar yavaş yavaş… Sağlamcılık idelojisinin karargahları top ateşine tutuluyor… Engellileri yalnızlığa mahkum eden zorbalar karantinaya alınıyor… İçimde bir bıldırcın sökünü… Beni Kafka sarıp sarmadıkça gönlümdeki coşku katlanarak artıyor… Çünkü, o aşağılanan, hor görülenlerin sesi… O bizleri insan yerine koymayanlara karşı başkaldırının ayak sesleri… Ötekileştirilenlerin dostu…

Çakal dolu dünya

Gertrude Stein öykülerinin birinde şöyle der:” Çadırını kurmuştu. Yerleşmişti. Hiçbir şey dokunmazdı ona. Çadır kurmak için iyi bir yerdi. O da işte bu iyi bir yerdeydi. Kendi yapmış olduğu evindeydi… Dışarısı oldukça karanlıktı. Çadırın içi daha aydınlıktı.

Çocukken ne zaman insanların alayları, küçümseyici bakışlarıyla karşılaşsam soluğu evde alırdım. Dışarıya çıkmak istemezdim. Dış dünya çakal doluydu. Yeryüzünün güzellikleri yalnızca onlara özeldi sanki… Gereğince anlaşılmamak, sürekli ayrımcılıkla karşılaşmak, sağlam çoğunluğun baskısını duyumsamak ışıktan yoksunluktu. Güneş tomurcukları yavaş yavaş elimde ölüyordu. O yıllarda insanların beyinlerinin karalığı dünyamı karartmaya yetti. Sağlamcılık tümenleri yolumu kesiyordu sürekli. Çenesi düşük çakmakçıbaşılar, atalarından devraldıkları mirasla beni taş yağmuruna tutuyorlar, yırtıcı kuşlar gibi avlarını yakalamaya çalışıyorlardı.

Niçin Kafka’yı seviyorum?

Böyle bir dünya Stein’in dediği, Kafka’nın betimlediği gibi kapkaranlıktı. Dava romanında Josef K.’nın bir sabah nedenini bilmeden tutuklanması gibi ben de tutukluydum. Mahkeme yoktu. Ama tüm toplumun gözünde suçluydum. İstanbul’a taşındıktan sonra çakıltılı bir dünyanın üstünde yürümeye başladım. Kuyu gibi koyu karanlık derinliklerde dolaşıyor, çakışık üçgenli dünyanın ağzında çırpınıyordum. Üstelik neden suçlu olduğumu bilmiyordum. Suya karışıyor, içine batıp çıkıyor, nefessiz kalıyor, balçıklı bir toprağa saplanıp kalıyordum. Bağırmak istiyor, sesim çıkmıyordu. Bataklık balıkları kuşatmıştı çevremi. Üstelik sataşmaya, saldırganlaşmaya yer arıyordu. Çamurtaban bir dünya… Bu yüzden yüreğimde açtı Kafka’nın çançiçekleri… Kafka’nın Prag’ına dikecektim tüm çitlembikleri… Onu sevmek çivitrengiydi. Onu sevmek çiftyıldız olup birbirinin çevresinde dolanmaktı. Onu sevmek güzel kokulu sularda yıkanmaktı. Ne zaman onun romanlarında gezintiye çıksam kendimi bulurum.

Kaygı ve endişe

Bu nedenle Prag beni bir mıknatıs gibi çekiyordu. Turizm hizmetleri engellilere göre olmadığı için biraz kaygılıydım. Uzun yolları yürüyebilecek miydim? Görmek istediğim yerler engellilere uygun muydu? Üstelik İngilizcem çok yetersizdi. Tur şirketlerini araştırdım. Henüz engellilerle ilgili turizm hizmetleri planlama aşamasındaydı. ETS turu aradım. Bedensel engelli olduğumu söyledim. Diğer insanlarla birlikte tura katılırsam onların temposuna ayak uydurup uyduramacağımı sordum. Rehberlerin bu tür konularda duyarlı olduğunu söylediler. Yurt dışına çıkış yapan arkadaşlarımı arayarak bu tür turlar hakkında bilgi aldım. Yakınlarım, arkadaşlarımın yüreklendirmesiyle ETS turdan rezervasyon yaptırdım.

Beklenen yolculuk

En sonunda sabırsızlıkla beklediğim gün gelip çattı. Heyecandan uyuyamadım. Uykusuz geçen bir gecenin ardından havalimanına doğru yola çıktık. Güvenlik ve pasaport kontrolünü geçtikten sonra uçağa bindik. Hâlâ inanamıyordum. Düşlerimin şehrine mi gidiyordum? Yoksa bu bir rüya mıydı?Hiç bir zaman buluşamayacağımı sandığım Kafka’nın Prag’ına mı yolculuk yapıyordum? Yıllarca onun kitaplarıyla yatmış, onun kitaplarıyla uyanmış, düşlerimde hep Kafka’yla konuşmuştum. Tanrım! Nasıl da içimde mutluluk rüzgarları esiyordu.

Prag’a ilk adım atış

Uçaktan inip rehberimiz Mahmut Bey’le tanıştıktan sonra bu masal şehrine adım atmanın heyecanıyla içim kıpır kıpırdı. Modern binaların bulunduğu sokaklardan geçtikten sonra Cechuv Köprüsü’nün ayağında indik. Prag’da olmanın cezbedici gücü o kadar etkilemişti ki beni köprünün merdivenlerini nasıl çıktığımı bile anımsamıyorum. Köprünün nehre oturtulmuş ayaklarındaki iki kadın heykeli koşarcasına insanlığa meşale uzatıyorlardı. Ben de soluk almadan Kafka’ya koşuyordum. İçim hiç olmadığı kadar özgürdü. İşte o an en doruk noktasına ulaştı Kafkaizm aşkı… Nasıl aşık olanlara Tuna Nehri mavi gözükürse Vlatava Nehri de bana gökyüzü kadar berrak geldi. Şehrin ortasından geçen bu nehir ışıl ışıl aydınlık yüzüyle bana gülümsüyor, dünyamı çepeçevre sarıyor, düşlerimi gerçekleştirmiş olmanın hafifliği duyumsamış gibi anlayışlı gözüküyordu.
Nehrin kenarında yemyeşil ağaçlar arasında sıralanan kırmızı kiremitli evler Vlatava’ya sırdaşlık ediyordu. Kıyıda demirlemiş beyaz, mavi renkli gezi tekneleri bu durgun nehre bir atkı olmuştu. Ben bu manzaranın sarhoşluğu içindeyken grupla aramızdaki mesafenin açıldığının ayrımına varmadım.

Araf’ta olmak

Üstelik diğer insanlara göre oldukça ağır yürüyordum. Grubumuz gittikçe benden uzaklaşıyordu. Bir süre sonra insan yığınları içinde kaybolan grup üyelerini seçememeye başladım. Rehberimizin arkasından atlı kovalıyordu sanki. Bana göre hızlı ve kocaman adımlarla yürüyorlardı. O an tüm sinirlerim gerildi. Daha tanışır tanışmaz rehberimize bedensel engelli olduğumu, yürüme güçlüğü yaşadığımı söylemiştim. Bu konuda hoşgörülü olup olmayacağını sormuştum. O da “tabii” deyince tüm dünyalar benim olmuştu. Bu yaşadığım neydi peki? İnsanlarda iyi yüreklilik, dürüstlük aramak boşuna bir çaba mıydı? Demek söylediklerimi hep kulak arkası etmişti. İyice sinirlerim oynadı. Kendimi kandırılmış gibi duyumsuyordum. Üstelik grubumuz benden uzaklaştıkça uzaklaşıyor, insan seli içinde onları göremiyordum. Daha fazla hızlı yürümeliydim. Açılan arayı kapatmalıydım. Ben ne kadar istesem de, bir sıçrayışta devasa adımlar atamıyordum. Sakat bacağım gövdeme asılı bir kukla gibiydi. Tüm enerjim onu yalnızca sürüklemeye yetiyor, zaman zaman bükülmesine engel olamıyordum. Sağlam bacağım aniden büyük bir kasılmayla titriyor, bacaklarıma söz geçiremiyordum. Yorgunluktan yere yığılmak üzereydim. Tüm sırtımdan terler boşanıyor, soluğum kesiliyor gibi oluyordu. Bu şehirle ilgili ne yüksek düşler kurmuştum oysa.

Cezalılar Kolonisinde miyim?

Vlatava Nehri kıyısında böyle kan ter içinde mi yürüyecektim? İçimde kaynayan bir isyan vardı. Sağlamlara göre düzenlenen bu dünyayı yakıp yıkmak, onu yeni baştan kurmak istiyordum. Geçmişin ve bu çağın döküntülerini Vlatava Nehri’nin derinliklerine boşaltmak için neler vermezdim. O anda bu kentten uzak bir yerlerdeydim. Cezalılar Kolonisi’ndeydim. Manesuv Köprüsü’nün başına geldiğimizde St. Vitus’un uzaktan sipsivri bir oku andıran ucu yüreğime bir tırmık gibi saplandı. Başım dönmeye başladı. Yerde miydim? Gökte miydim? Ayaklarım zincirli miydi? Değil miydi? Tutuklu muydum? Özgür müydüm? Eğik çukurların olduğu bir yerde debeleniyor, debelendikçe bacaklarıma iğneler batıyordu. Ayaklarım büyüdü birdenbire… Devasa cüsseleriyle önümde dikiliyor, kenti gölgeliyorlardı… Artık kırmızı kiremitli evleri parlatan güneşi göremiyordum… Her şey ağır ağır siyaha bürünüyordu… Prag önümde kömür kazanlarından çıkmış bir kent gibi beni bekliyordu…. Bu duygulardan sıyrılmam için ta ilerlerde güneş ışıkları altında kel kafası parlayan rehberimizi görmem gerekti. Mahmut Bey grupta herkesten bir baş uzundu. Daha sonraki günlerde her arkada kaldığımda onu dımdızlak kel kafasından tanıyacak, ağır ağır yürüyerek onları izlemeyi sürdürecektim.

Tanımak ve anlamak

Prag’a indiğimde bu hızlı tempo beni yorsa da, ilerleyen günlerde grupla birbirimize alıştık. Rehberimiz Mahmut Bey uzak sayılabilecek yerlerden bizi hep gözleriyle takip etti. Aramızdaki mesafe açıldıkça beni ve kızımı bekledi. Biz gruba katıldıktan sonra şehirle ilgili bilgiler vermeye başladı.
Hatta tur dışında da engellilerle ilgili sohbetlerimiz oldu. Yirmi yıldır yurt dışında rehberlik yapıyormuş. Şimdiye kadar bu tür turlara katılan pek engelli görmemiş. Yalnızca bir kez tekerlekli sandalyeli bir beyle karşılaşmış. Oldukça birikimliydi. Su gibi konuşuyordu. Bir hafta boyunca onunla gezmeye öylesine alışmışız ki, kızımla birlikte kulaklarını çınlatıyoruz şimdilerde. Kısacası, yüreğim sevinç duygularıyla Prag’dan döndüm. Sonraki izlenimlerimi bir sonraki yazımda paylaşacağım.

Yorum yapın