Sanırım, Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” kitabını ortaokul yıllarında okumuştum. Haksızlığı ve adaletsizliğe başkaldırmak gerektiğini bu romandan öğrenmiştim. Yılan kötülüğün simgesiydi. Aynı zamanda romanda işlevsel bir niteliği vardı. Romanda adı geçen Kara Bayram ve ailesinin yılanlarla mücadelesi, kötülüğe ve zorbalığa karşı direnci de sembolik olarak anlatıyordu. O yıllarda bu tema hoşuma gitmişti.
Aşk, ağalık sistemi ve yoksulluk
Şimdi de bu romanı televizyon dizisi olarak uyarlamışlar. Ancak dizinin romanla pek bir ilgisi yok. Kara Bayram ve Fatma’nın aşkı anlatılırken ağalık sistemi de eleştirilir. Bu arada her iki gencin aşkı arasına büyük engeller girer. Onlardan biri de, köy ağası Kamuran’ın Fatma’ya göz koymasıdır. Kamuran daha görür görmez Fatma’dan etkilenir. Fatma’nın Bayram’ı sevdiğini bilmesine karşın, aşıklar arasına girmekten çekinmez. O arada Fatma’nın kardeşi Ömer’in acilen kalp ameliyatı olması gerekmektedir. Ancak yoksul ve kimsesizdirler. Çaresiz kalan Fatma, kardeşinin hayatı için Kamuran’la evlenmeyi kabul eder. Aralarında imam nikahı kıyılır. Ameliyat parasını da Kamuran karşılar. Ne var ki, Fatma’nın bu evliliğe hiç gönlü yoktur. Ne zaman Kamuran yanına yaklaşsa, onu reddeder. Bunun üzerine Kamuran Fatma’ya zorla sahip olmak ister. O arada kardeşi Ömer gelir, Kamuran’ı vurur. Kamuran sakat kalır. Belden aşağısı felç olur. Hatta cinselliğini bile yaşayamayacaktır.
Kötülüğün bedeli: Sakatlık
İşte asıl eleştirmek istediğim konu budur. Her türlü ahlaki düşkünlüğün, sapkınlığın, çirkinliğin bedeli “sakat kalmaktır.” Böylece ideal beden meşrulaştırılırken sakatlık işlenen günahların karşılığı olarak topluma aktarılır.
Ancak konuyu biraz daha açalım. Önce Kamuran karakterini bir mercek altına alalım. Hiç kuşkusuz dizinin kötü karakteri Kamuran’dır. Öyle ki, hem çapkındır hem “ahlaksız”dır. Evliyken konaktaki hizmetçiyle yatıp kalkar. Hatta onu hamile bırakır. Bu arada, hasta olan karısının ölmesini dört gözle bekler. Ama iyi koca rolü oynar. Hizmetçiden hevesini aldıktan sonra onu kirli bir mendil gibi fırlatır, atar. Arzularına göre yaşadığı gibi sorumluluklarını bilmez. Fatma’yla Kara Bayram’ı ayırmak için elinden geleni ardına koymaz. Hatta Kara Bayram’ın ailesine her türlü zulmü yapar. Bu zorbalığa karşı duran köylüyü de tehdit eder. Adam tutup Kara Bayram’ı öldürtmekten çekinmez.
Sözün özü, Kamuran kişiliksiz, vicdansız, zorba, yalanı kendine kalkan edinmiş, ahlaki değerleri olmayan biridir. Buna karşın senaristlerce, kötülüğü hoş şeyler sınıfında gören Kamuran’a verilen ceza, sakatlıktır.
“Sakat bedenden” öcünü almak
Hani, bir izleyici olarak rahat koltuklarınızda oturup dizi izlerken bunu hak ettiğinizi bile söyleyebilirsiniz. Cinsel saldırı suçu işleyen bir erkeğin cinselliğini yitirmesine de sevinebilirsiniz. İyi de niçin fatura sakatlığa kesilir? Niçin bu suçu işleyen hukuk karşısında bulmaz kendini? Çünkü senaristler, “sağlam beden” anlayışı karşısında eğilir. Sistemin adaletsizliğini sorgulamak yerine “sakat beden”den öcünü alırlar. Her türlü zarar ziyan, her türlü korkunç suçun cezası bellidir! Kötülükten kaçabilecek olanlar, asıl kötülüğün kendisi olan sakatlıktan kaçamazlar. Çünkü biz doğmadan önce varmış sakatlıkla ilgili mutlak değişmez kalıplar… Buna göre, sakatlar mağduriyet nesnesidir. Sakatlık kötücül bir durumdur.
Sakatlığın Tanrı’ca bir ceza olduğu tâ Yunan söylencelerinde geçer. Hiç mi değişmez bu önyargılar? Çünkü bunun taşıyıcı olan şairler, yazarlar, senaristler vardır! Bu kalem ustaları, ne zaman başları sıkışsa, sakatlığı yerin dibine batırırlar! İşlenen günahların bedeli olarak sunarlar topluma.
İnanın, ben bıktım bu tür olay örgülerinden. Ama toplum mühendisleri, bıkmadan, usanmadan aynı şeyleri yazıp duruyorlar.
Hurafeler ve ötekiyi yaratmak
Şunu söylemeden geçemeyeceğim. Evet, eski çağlarda sakatların içine şeytan girdiği ya da onların tanrıları öfkelendirdiğine inanılıyordu. Çünkü sakatlığın nedenleri bilinmiyordu. İnsan, sakatlığı işlenen günahların bedeli sanıyordu. Tanrı’nın onları cezalandırdığını düşünüyordu. Bilimin ve aydınlanmacı felsefenin gelişmesiyle, o hurafeler çürütüldü. Eğitim ve tedavi olanakları gelişti. Bu açıdan sosyal politikalar oluşturuldu.
Ha! İşte koskocaman aydınlanma felsefesinin tüm atılımlarını bu senaristler, bu çırpıda sıfırlıyorlar. Engellilerin bir günahın bedeli olduğunu kulaklarımıza fısıldayıp duruyorlar. Topluma bu kabulün pompalanması her açıdan engellileri olumsuz etkiliyor.
Engellilere yönelik olarak, “sen hangi kötülüğü ettin de Allah senin başına bu belayı vermiş” gibi suçlayıcı bir dil kullanılıyor. Bu duygusal şiddetin dik âlâsıdır. İkincisi, bu dilin kullanılması bizzat gerçekliği örtüyor. Çünkü sakatlığın asıl nedeni, toplumsal koşullardır.
Aslında, her düşünce, her ideoloji o koşulların ürünüdür. Az gelişmiş toplumlarda, teknolojik ilerlemeler olsa bile, bu bir gelişim değildir. Buna karşılık, insanların düşüncelerini şekillendirenin de ideolojiler olduğunu yadsınamaz. Bu anlamda, fenomenleştirilen “sağlam”lığa karşılık, “kusurlu” olan kötülüğün cezası olarak kurgulanıyor. Bu da, damgalanan, ötekileştirilen, dışlanan ötekiyi yaratıyor.
Ceza nesnesi olmak istemiyoruz
Ne yazık ki, “Yılanların Öcü” dizisinde olduğu gibi, düşünce softaları, farklılıkların zenginliği yerine, farklılıkların eksikliğini türlü dogmalarla süsleyip süsleyip önümüze getiriyorlar. Bunun adı düpedüz düşünce bağnazlığıdır. Çünkü, bunlar, bir tek kendi düşüncelerinin doğruluğuna inanıyor, toplumu bu tür kodlamalarla dizayn ediyorlar.
Tek eğlencesinin televizyon olduğunu düşündüğümüz Türk toplumu, bu tür bildirimlerden ne kadar etkileneceği açıktır. Gerçek olmayan her türlü önyargının bir dizi içine yerleştirilmesi de bir öğrenme biçimidir. Sözkonusu bildirimi topluma gönderdiğinizde, o artık yaşamın bir parçası olur.
Bu tür dizilerin engellilerle ilgili olumsuz önyargıların taşıyıcı olmaması gerektiğini düşünüyor, senaristleri bu tür konularda daha sorumlu davranmaya davet ediyorum.
İnsan her ne görürse onu öğrenir. Artık engellenenler, senaristlerin sırça köşklerinde bir ceza nesnesi olmak istemiyorlar. Bu da böyle biline!