Geçmişe dönüp baktığımda en güzel günlerim üniversite yıllarında geçti. Okulum Harbiye’deydi. Çoğu kez, Taksim’e yürüyerek gitmek için Gezi Parkı’nın ortasından geçmeyi yeğlerdik. Kimi kez, finallerin stresini asırlık ağaçların altında dinlenerek atardık. Kimi kez, kendimle baş başa kalmanın tadını yaşardım ağaçların etekleri altına oturarak…
Zaman dururdu o an. Betonarme binaların, çok katlı otellerin arasında kaybolmuş gibi duran bu parkta, ruhumu ağaçlardaki yaprakların, yapraklardaki tomurcukların çeşit çeşit renkliliğine bırakırdım. Hep aynı şeyleri, hep aynı zamanda yapmanın monotonluğundan kurtularak doğanın derinliklerinde kendi benime dokunabilmenin gizli hazzını yaşardım.
Benim için Taksim Gezi Parkı yalnızca kuş cıvıltıları arasında her yaprağın hışırtısını duyarak o güzelliğin içinde doğanın şahlanışına tanıklık yapmak değildi. Ya da heybetli ve gösterişli ağaç dallarında katmer katmer açan, açıp da büyüyen, büyüdükçe serpilen irili ufaklı yapraklar, rüzgarın locasında kurulmuş, o locada en tatlı melodileri söylemiyorlardı. Veya hafif bir poyrazda sürekli kımıldayan, kimi kez mahçup bir çocuk gibi başını eğen, kimi kez asileşerek kafasını kaldıran her yaprak dalının deviniminde yaşadığımı da duyumsamak değildi.
Ne zaman insanların yapmacık ve samimiyetsiz tavırlarından sıkılsam, soluğu Taksim Gezi Parkı’nda alırdım. Bir ağacın gölgesine oturup doğanın yalın ve süssüz silüetine sarılırdım. Çünkü, orada eğriler doğru, doğrular eğri değildi. Her şey olabildiğince çırılçıplaktı.
Ben hesapsız, kitapsız dostlukları seviyor, içtenliğin gezdiği yollarda yürümeye can atıyordum. En yakın arkadaşlarımın birbirlerinin arkasından konuşup sonra da arsızca sahte gülümsemelerle can ciğer olmaları fazlaca canımı sıkardı. Halen bu tür ilişkilerden tiksinirim. İnanılmaz biçimde, candan ve yürekten davranan insanları özlüyordum. Ama bulamıyordum.
Doğa istediğim, hep arzuladığım yüce bir dostluğun kapılarını açıyordu bana. Arkamı döndüğümde bana “topal” diyenler yoktu… Görünüşümden dolayı reddedilmiyordum… Orada onaylanmak ya da kabul edilmek için türlü türlü hokkabazlıklara gereksinme yoktu… Ya da çürümüş değer yargıları yoktu… Ben doğanın içinde olabildiğince rahat ve korunaklıydım.
Bu bir kaçış değildi. Yalnızca kendini buluştu. Yaşamın dayattıklarına itirazım vardı. Neyi kabul edip neyi etmeyeceğimi tenhalıkların içinde kavradım.
Kimileyin, yabani bir otla göz göze gelip söyleşirdim. Hani, bir masada oturup biriyle dertleşmek gibi… Çiçeklerin ya da bitkilerin dibinde yeşeren bu otlar, yabanıllık hastalığına tutulmuş olanlardan daha evcil gelirdi bana. Kötü koşullarda yaşamak kolay değildi. Belki de duvar diplerinde ya da bir taşın kenarında o kurumlu edasıyla yaşama karşı dimdik durmasının çekiciliğine kapılırdım. Sanki her birinin ağzından koro halinde “sakatların yazgısı boyun eğmek” değil diye haykırırlardı. Belki pek görülmeyen ender bitkilerden değillerdi. Herkesin hayran hayran dönüp baktığı bir süs çiçeği de… Basit, pespaye şeylerdi. Ama bu sıradanlık içinde kendisini küçümseyenlere öylesine bir dudak büküşü vardı ki, bu başına buyruk hallerini severdim. Güçlü, bir o kadar dirençli bu otlarla yatalak beyinlere inat geleceğe ilişkin şıkır şıkır şarkılar söylerdik… Umuda gülerekten… Kimileyin, uzağa fırlatılmış bir dal parçacığını elime alırdım. Buruşuk buruşuk, ikircikli dünyam onun kollarında çıplak ve yalınlaşırdı. Ben yabani otları, dal parçacıklarını sevdikçe, onlar da beni severdi. Bilirdim.
Kısacası, insanı yutan bu şehirde Taksim Gezi Parkı tüm güzellikleri doya doya içtiğim bir meskendi. Çeşit çeşit onca bitkinin arasında köpek gibi saldıranları uzaktan izlerdim. Omzuma yüklenen ağırlıkları adını bilmediğim bir çiçeğin parıltısında, bir karanfilin alev kızılı gülümsemesinde, bir papatyanın masallar söyleyen teninde unuturdum. Geleceğe ilişkin şıkır şıkır şarkılar söylerdik hep birlikte… Umuda gülerekten…
Doğa tüm yaralarımı iyileştiren bir doktor gibiydi. Orada kültürel dışlanma yoktu. Orada saf dışı kalmak yoktu. Doğa direngendi. Doğa kendini var edendi. Doğa güzelliklerin fethedildiği yerdi. Doğa hüzünlerimin solduğu, sevinç ve mutluluklarımın yeşerdiği can suyumdu.
En önemlisi bu dünyadaki tüm güzellikler insan içindi. Ama güzellik adına oluşturulan sistemlerde insanın adı yoktu. Sistem, arkadaşlığı ya da dostluğu hükümsüz kılıyordu. Çıkara ve bencilliğe dayalı ilişkiler insanı sıfırlıyordu.
Şimdilerde rant için Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçlar sökülüyor… Rant için İstanbul’un değerleri birer birer vahşice yok ediliyor.
İnsan, daha çok para kazanmak, daha fazla zengin olmak için doğayı acımasızca katlediyor.
Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülmesi ve yerine ruhsuz, kurşuni AVM’lerin yapılması İstanbul’un ciğerlerinden birini söküp atmak gibi…
Toplu halde betonarme binalara sürgün ediliyoruz. Toplu halde doğadan uzaklaştırılıyor, “güvenceli” AVM’lere hapsediliyoruz.
Ağaçları, bitkileri dozerlerle ezerek doğayla aramıza betonlar örüyoruz.
İnsanı doğadan kopararak kıstırılmış bir yaşamın içine sıkıştırıyoruz.
Doğa insanın belkemiğidir. İnsan doğaya bakarak, enerjisine enerji katar. İnsan doğaya bakarak mücadele ruhunu geliştirir. Doğada amansız bir koşu vardır. O koşuda doğanın bir parçası olduğunu duyumsamak, yaşamanın ta kendisidir.
Üniversiteyi bitireli çok oldu. Ama halen İstanbul’luyum. Dağına, taşına, toprağına ve Taksim Gezi Parkı’na aşığım. Ne zaman içimde duyumsadıklarıma dokunmak istesem, soluğu o parkta alırım.
Taksim Gezi Parkı’nın ağaçları sökülüyor… Yabani otlar çevrelemiş her yanımızı… Aklım dumanlı… Hey! Sen! İnsan kızı! İnsan oğlu! Gücün ve doymak bilmeyen hırsının doruklarında gezinirken doğayı yok ederek aslında kendini mahvetmiyor musun?
Dönüp dönüp bakıyorum kalabalığa… Yarın, bir öteki gün, diğer gün göremeyecek miyim bu parkı?
Sevinci okşayamayacak mıyım?
Yabani otlar, bakışlarımda bir gülüş olmayacak mı?
Sesini duyamayacak mıyım yüzyıllık ağaçların?
Dokunamayacak mıyım soluğuma?
Düşlerimi diriltemeyecek miyim?
Güzelliklere övgüler dizdiğimiz şarkıları kiminle söyleyeceğim?
Sahi, kim söyleyecek bizim şarkımızı?