Bilindiği gibi Rönesans, 15. yüzyılda İtalya’da başlamış, 16. yüzyılda Avrupa’da doruk noktasına ulaşmıştır. Terim olarak “yeniden doğuş” anlamına gelir. Yani bir oluşun bir daha meydana gelmesidir.
Bu dönem Ortaçağ düşüncesinden modern düşünceye geçiş dönemidir.Rönesans da insanlığın ilerlemesinin ölçütünün din değil, akıl ve bilim olduğu savunulur. Bu dönemde birbirini izleyen yeni buluşlar ve keşiflerle bilimin önü açılır. Ortaçağın bilinmeyen insan anlayışına karşı sorgulayan, araştıran, eleştiren insan anlayışı ortaya konulur.
İlk hümanistlerden biri olan Petrarca, insanı tanımak ve bilmek amacıyla araştırmalar yürütür. Petrarca’ya göre insanın en büyük mutluluğu onun bağımsızlığıdır. Bu mutluluğa ise akıl ve erdemle ulaşılır. Hümanizmanın en büyük temsilcisi Erasmus ise dogmaların, geleneklerin, göreneklerin sorgulanması gerektiğini savunur. Böylece düşünce ve kültür laikleşirken ticaret ve kapitalizmin gelişmesiyle ekonomik açıdan bir canlanma görülür. Ayrıca insanın birey olma ve evrensellik yönü ortaya çıkar.
Bu dönemde bilim, sanat, ve felsefeyle bir bağ kurulurken, bir yandan da engellilerle ilgili dogmatik inançlar sürer. Halen engellilerin içlerinde cin ya da şeytan olduğuna inanılır. “Reform önderleri John Calvin ve Martin Luther birbirlerinden ayrı olarak, zihinsel yeti kaybı olan kişilerin cinli olduğuna ya da şeytan tarafından yaratıldığını vaaz ederler.” (Bezmez, Yardımcı, Şentürk, 2011, s.115)
Gördünüz değil mi? İnsanın dini duygularla birbirini sömürmesine karşı büyük bir mücadele veren Luther de engellilerle ilgili hurafelerden kurtulamamış!
Rönesans döneminde, insanı keşfetmek için çeşitli felsefi atılımlar ve insan bedeniyle ilgili fizyolojik ve anatomik gelişmeler olsa da, engellilerin tedavisinde korkunç yöntemler kullanılır.
“Rönesans sırasında bunalım, felç ve zihinsel kaybı da dahil olmak üzere akıl hastalığı olan birçok insanı tedavi için gönüllü olarak kafaya vurma yönteminden yararlanılıyordu. Ayrıca doktorlar zihinsel yeti kaybı olan kişilerin rahatsızlığa yol açtığı düşünülen “taşlar”dan ya da “kara safra” dan kurtarmak için kafalarında delikler açar ya da bağırsaklarını temizlerlerdi. Epilepsi tedavisinde bir dağkeçisinin beyninin ya da nöbet geçirirken öldürülmüş olan bir köpeğin safrasını sıcak sıcak yemek de yer alıyordu. Sağırlık tedavilerinden biri solucanları kazyağında kızartıp elde edilen solüsyonu kulaklara damlatmaktı” (Bezmez, Yardımcı, Şentürk, 2011, s. 115)
İngiltere’de zeka engelliler, “güvenli” ve “tehlikeli” olanlar diye iki kümeye ayrılır. “Güvenli” olanlar, zararsız olan akıl hastaları ve zeka engellilerdir. Bunların bakımını aileleri üstlenir. Tehlikeli olanlara ise, ya akrabaları bakar ya da ıslahevlerine gönderilirler.
Öte yandan ise, engellilerin bilgi ve becerilerini artırarak toplum içinde yer almaları anlayışı da yavaş yavaş filiz vermektedir. Engellilerin eğitimiyle ilgili bir yapılandırmaya gidilir. Engellilerle ilgili inceleme ve araştırmalar ortaya çıkar.
16 yüzyıldaki önemli bir gelişme ilk kez İspanya’da ve Osmanlı sarayında görülen sağır insanların eğitiminin başlanmasıdır. İspanya’da eğitim, zengin aileleri tarafından manastırlara kapatılan sağır aristokrat çocuklarıyla başladı. Bu eğitim, birlikte yaşadıkları keşişler tarafından yürütülüyordu. 1620’de Madridli Juan Pablo Bonet sağırların eğitimi üzerine ilk tetkiklerini yayınladı. Ondan da altmış yıl sonra George Dalgarno özel olarak sağırlar için tasarlanmış olan ilk parmak alfabesini yayınladı. Miles, Osmanlı sarayında çalıştırılan sağırların aslında daha 1500 yılında ve sonraki iki yüzyılda birbirlerine işaret dilini öğrettiklerini keşfetmiştir.( Bezmez, Yardımcı, Şentürk, 2011, s.116)
Girolamo Cardona işitme ve görme bozuklukları olan insanlar için eğitici yaklaşımlara öncülük etmişti. Ayrıca o dönemde egemen olan cadı avı uygulamasına da karşı çıktı. İngiltere’de son cadı infazı 1684’te gerçekleşirken, cadıların infazını durduran İngiliz yasaları 1736’ya kadar yürürlükte kaldı. ( Bezmez, Yardımcı, Şentürk, s.115)
Bu arada insanların düştükleri yanlışlıkları göstermek için bir yöntem belirlemeye çalışan Francis Bacon, doğru bilgiye ulaşmak için önyargılardan kurtulmak gerektiğini savunur. “Bacon, 1605’te “Öğrenmenin Gelişimi, İlahi ve İnsani” adlı eserini yayımladı. Burada akıl hastalığının nedenlerinden birinin ilahi cezalandırma olduğu görüşünü çürüttü.” (Bezmez, Yardımcı, Şentürk, 2011, s. 117)
Rönesans döneminde teokrasinin yerine laik ulus devlet düşüncesi almaya başlamasıyla birlikte hukuk kiliseden çıkıp devlete geçer. Bu değişimlerin oluşturduğu yapı engellileri de etkiler. “Engellilerin parasal ve ayni yardımlarla korunması yerine tedavisi, işe alıştırılması, çalıştırılması yoluyla korunması düşüncesinin ilk filizlendiği yüzyıl 16 yüzyıldır. (…)Sanayileşme ve merkantilizmin başlangıç sürecinde feodal döneme ait kurumların etkinliğinin azalması nedeniyle, sakatlar kiliselerden devlet kurumlarına doğru bir geçiş sürecinde bakım altına alınmışlardır. (…) 16. yüzyılda sakatların korunması sorumluluğu ilk kez mahalli idarelere verilmiştir. Örneğin, Almanya, İsviçre, Fransa, Avusturya ve İskandinav ülkelerinde sakatlara yapılan yardımın mahalli idarelerce düzenlenmesi ilkesi kabul edilmiştir. Böylece ilk kez sakatların korunması yolunda toplumun sorumluluğu da onanmıştır. “ (Demircioğlu, 2010, s.64)
İngiltere’de 1551 yılından sonra engellilerin “iş evleri “ adı verilen yerlerde çalışmaları için yasalar çıkarılır. Böylece sakat emeğinin küçük el endüstrisinde değerlendirilmesi öngörülür. Ancak sakatlar gerek vasıfsız gerekse uzmanlaşmamış olduğundan işverenlerce istenen kâr oranı elde edilemez. Bu nedenle işverenler sakatların beslenme ve giyim gereksinmelerinden kısıtlamaya giderler. Sakatlar son derece kötü iş koşullarında çalıştırılırlar. 1572’de engellileri koruma ve gözetme görevini devlete veren bir yasa çıkarılır İngiltere’de. Bu yasada yoksul ve çalışamayacak engellilerin bakımlarının “aciz evleri” denilen kurumlarda yapılması öngörülmektedir. 1601 yılında çıkan “Fakir ve Düşkünler Yasası”nda engelliler “çalışamaz yoksullar” olarak tanımlanır. Bu yasa yalnız İngiltere’de değil, Avrupa’da engellilerin devletçe tedavi edilmesi ve korunması için yeni yaklaşımlar getirir. Ancak, bu uygulamalar engellileri dış dünyadan soyutlarken engellilerin damgalanmasına, topluma yabancılaşmalarına yol açar.
Rönesans döneminde, bir yandan insan evrenin sorunlarıyla uğraşıp bu dünyanın güzelliklerinin ayrımına varırken öte yandan kapitalizm aracılığıyla her çeşit emeği piyasaya sokar. Evet, insan özgürleşmek yolunda her türlü bağımlılığı reddeder. Ancak bu kez de doymak bilmeyen arzularının esiri olup çıkar. Kâr… Kâr… Kâr… Kazanmak her ne olursa kazanmak… Bireycilik Rönesans’la birlikte ortaya çıkar, insan ortaçağın boyunduruğundan kurtulurken kapitalizmin boyunduruğuna girer. Sermaye birikimiyle birlikte ortaçağın “muhtaç ve aciz” sakatı “kapitalizmin metası” olur.
Bunları niye anlatıyorum? Dünü bilmeden bugünü anlayamayız. Tarih geçmişten ders alarak geleceğimizi aydınlatmaktır. Engelliler yüzyıllarca nasıl toplumun içinde yok sayılmış iseler, tarihçi ve araştırmacılarca da onların tarihi hep görmezden gelinmiştir.
Uygar bir dünyada, insan hakları temelinde yaşamak istiyorsak, tarihimizi doğru yazmalıyız, diye düşünüyorum. Bu konuda da olabildiğince nesnel bir tutum sergilemeye çaba harcadım. Bunun sorumluluğum olduğuna inanıyorum. Gelecek yazımda aydınlanma döneminde engellilerin konumunu ele alacağım.
Kaynakça:
1) Bezmez D., Yardımcı S., Şentürk Y., 2011, Sakatlık Çalışmaları, İstanbul, Koç Üniversitesi Yayınları.
2) Demircioğlu M., 2010, Sakat Emeği, İstanbul, Kibele Yayınları