RESMİ İDEOLOJİ KURUMU

Çocuğu olmayan bir ailenin, bir bebeği evlatlık aldığını imgeleyin. Evlatlık alınan bu çocuk, ergenlik çağlarına gelene kadar bu ailede büyüsün. Bir gün, bir tesadüf sonucu gerçek anne babasının başkaları olduğunu öğrendiğini kurgulayın. Bu çocuk ne hisseder? Öfke mi, aldatılmışlık mı, onurunun kırılması mı? Kendi tarihinin bir yalan üzerine kurulu olduğunu öğrenip yıkılmaz mı?

Ben de bir yurttaş olarak, ülkemin tarihinin bana yalanlarla öğretildiğini öğrendikçe yıkılıyorum. Kendimi aptal yerine konmuş hissediyorum. Ülkemin tarihini, tüm gerçekleriyle öğrenme hakkım varken, bu hakkımın yalanlarla gasp edildiğini görüyorum. Okul kitaplarında anlı şanlı anlatılan Kurtuluş Savaşı mücadelesinin ardında bir sürü gizlenen olaylar olduğunu öğreniyorum. Osmanlı Mutlakiyet Rejimi’nden sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde özgürlük, demokrasi, eşitlik, adalet alanında ilerlemeler olduğuna inanmışım yıllarca. En kötüsü de, okullarda verilen eğitimle zihnim ırkçılıkla, önyargılarla, yalanlarla zehirlenmiş. Zihnimdeki zehirlerden kurtulmanın tek çaresini okumakta görüyorum. Okudukça temizleniyorum, kendime geliyorum.
“Resmi “ sözcüğünün anlamı devlete ait, devletle ilgili olandır. Tarihin resmi olanı var, resmi olmayanı var.

Okullarda okutulan tarih; resmi tarihtir. Resmi tarihte, savaşları kazananların hep kırallar, padişahlar, komutanlar oldukları anlatılır. Savaşları tek başlarına kendileri yapmışlar gibi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Viyana’ya kadar gidip kuşatması, Müslümanlığın yayılması kılıfı altında haklı gerekçelerle anlatılır. İstilacı savaşlarda devletlerin öldürdükleri, sakat bıraktıkları, açlığa mahkûm ettikleri, zindanlarda çürüttükleri, mallarına mülklerine el koydukları, ağır vergilerle yaşamlarını çaldıkları, emeklerini sömürdükleri insanlar anlatılmaz resmi tarihte. Asimile edilen halklar, sürgün edilen halklar, toplu katliamlar hiç anlatılmaz. Suriye İç Savaş ortamından kaçan, karaya ulaşmak isterken sularda boğulanlar anlatılmaz resmi tarihte. Muğla’nın Bodrum ilçesinin sahiline vuran, iki yaşındaki Aylan Kurdi bebeğin cesedinden söz etmez resmi tarih. Haklı gerekçelerle, devleti yönetenlere karşı yapılan direnişler, yıkıcılıkla, bölücülükle, eşkiyalıkla isimlendirilir resmi tarihte. Büstleri yapılan önderler, tek kurtarıcı olarak gösterilip kişi kütleri yaratılır resmi tarihte.

Benim nasıl zihnim zehirlenmişse, milyonların da zihni zehirli. Bir bakın sosyal paylaşım sitelerine. Bu sitelerdeki Mhp sayfalarına bakın, Akp sayfalarına bakın, Hdp sayfalarına bakın. Karşılaşacağınız yorumların hepsi resmi tarihin yorumları olacak. Milyonlar olarak tarihi, resmi tarihten öğrendiğimiz için cehalet içinde bırakılmışız. Bize öğrettiklerini “bilgi” sanıp birbirimize “bilirmiş cakası” satıyoruz.

Doç. Dr. Fikret Başkaya bu konuda çok çarpıcı bir tespit yapmış:
Böylesine köşeli, bağnaz bir resmi tarih versiyonu oluşturup, genç nesillerin zihnini yalanla doldurmanın nedeni, iktidar sahiplerinin meşruiyet sorunuyla ilgilidir. Egemen sınıfın egemenliği sadece zora, çıplak şiddete dayanarak sürdürülemez. Kaba kuvvet, çıplak şiddet, iktidar olmayı sağlasa da, iktidarın kalıcı olabilmesi için ideolojik egemenlik [gönüllü kabullenme] gereklidir.”

Resmi ideoloji öylesine kitlelerin zihnine yerleşmişki, kitleler gönüllü olarak sermaye sınıfının çıkarlarını; milliyetçilik, din, vatan, millet, cumhuriyet, Atatürk üzerinden, kıraldan çok kıralcı kesilerek savunmaya devam ediyor. Genç kuşaklar, sorgulamadan, eleştirmeden, kuşku duymadan, araştırmadan, okumadan yorum yapıyorlar, farklı kimliklere öfke duyuyorlar.
Resmi tarih, devletin ideolojisinin bir sonucudur. Devletin ideolojisi, tek millet (Türkçülük), tek din (Sunni Müslümanlık) üzerine kuruludur. Bunun anlamı şudur ki, resmi devlet ideolojisi farklı etnik kimliklerin varlığını tanımaz, farklı mezhepleri görmezden gelir, üstüne üstlük farklı kimliklerin asimile edilmesine baskıyla devam etmektedir. Türk milleti sınıfsız, kaynaşmış, milli bütünlüğü olan bir toplumdur resmi ideolojiye göre. Devleti yönetenler sermayedar sınıf olduğundan, bu sınıf kendi sınıfsal çıkarlarını korumak adına resmi ideolojiyi kurumsallaştırmak için ne gerekliyse yapar. Kendi düzenlerine uyum yasaları çıkarırlar, eğitimle insanları evcilleştirirler, Diyanet Kurumu yoluyla dini kendi çıkarlarına göre kullanırlar; polis, asker copundan korkan insanlar yaratırlar, mahkemeler yoluyla cezalar yağdırırlar…

Resmi ideoloji kuzu tipli insanlar yetiştirir. Kendi istediği kadar bilen, kendi istediği kadar hareket eden insanlar sakıncasız insanlardır resmi ideoloji için… Dizi seyretsin, maça gitsin, modayla ilgilensin, kız yüzünden kavga etsin, aile kursun, kitap okumasın, suya sabuna dokunmasın, politikayla uğraşmasın ama zamanı gelince de demokrasi süslü partilerine oy versin…

Resmi tarih, Kurtuluş Savaşı’nın, emperyalistlere karşı kazanılmış anlı şanlı bir bağımsızlık savaşı olduğunu anlatır. Yoksa yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, emperyalistlerin yeni bir biçim verdiği devletin adı mıdır? Parçaları bir araya getirdiğimde, bu soru kafamda zaman zaman oluşmuştur. Fikret Başkaya’nın tarihsel saptamalarında buluyorum sorumun yanıtını.
1914 yılındaki dünya savaşına Almanya-Avusturya safında katılan Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak alanı 5 milyon kilometre karedir. 1923 Lozan Barış Antlaşması’ndan sonraysa 770 bin kilometre karedir. Topraklarının yüzde seksen beşini kaybetmiştir. Fikret Başkaya buna ilişkin şu satırları yazmış:

“Sahip olduğunun %85’ini kaybeden birinin %15’i koruduğu için aşırı övünç duyması tuhaf değil midir? Demek ki, soruyu nasıl sorduğunuza bağlı olarak cevapta değişiyor. Gerçekten ulaşılan sonuç abartılacak bir başarı mıydı, ya da kimin başarısıydı? Aslında T.C., Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalizm tarafından budanarak kuşa çevrilen versiyonunun yeni adıydı. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyete geçiş, resmi tarihçilerin hikaye ettiğinden farklı anlamlar taşımak durumundaydı.”
Resmi tarih, Osmanlı’nın batılılaşmadığını, teknolojik devrimlere uyum sağlamadığını, çağın gerisinde kaldığı için yıkıldığını anlatır durur. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kurtuluş Savaşı sonunda bağımsızlığını kazandığını anlatır. Fikret Başkaya ile yine devam edeceğim:

Resmi tarih imalatçılarının zorlamaları ve imal ettikleri safsatalar bir yana bırakılırsa, T.C.’nin sınırları yedi düvele karşı ‘ulusal bir kurtuluş savaşı’ veren Kuva-i Milliyeciler tarafından değil, emperyalistler tarafından ve onların tek yanlı çıkarlarını gerçekleştirecek biçimde çizilmişti.”

Sosyolog İsmail Beşikçi’de, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Osmanlı Devleti’nin bir devamı olduğunu, önemli bir bünye değişikliği olmadığını söyler. İsmail Beşikçi’ye göre 1919-1922 yılları arasında yaşanan Kurtuluş Savaşı, Osmanlı paşalarının önderliğinde bürokratların, toprak ağalarının, şeyhlerin, feodal unsurların katılımıyla kazanılmış bir savaştır. Savaştan sonra kurulan hükümet, bu sınıfın çıkarlarını korumuştur.

1908 ‘deki askeri darbeyle Osmanlı Devleti’ne ağırlığını koyan İttihat Terakki, Turancılık akımını benimserken bir yandan da milli ekonominin oluşturulması kaygısına düşer. Sanayinin yüzde doksan beşi o sıralarda Rum ve Ermenilerin elindedir. Sermayesi olan gayri Müslimlerin ellerinden malları alınmalıdır. 1914 Birinci Dünya Savaşı, ekonominin millileştirilmesi fırsatını yaratır. Savaş başlar başlamaz 700 bin civarında Rum, Yunanistan’a ve Ege Adaları’na sürgün edilir. Rumlardan kalan zeytinlikler, mandıralar, kuyumculuk atölyeleri, un fabrikaları, salça-makarna fabrikaları, dericilik-boya atölyeleri, tarlalar, evler, dükkanlar, taşınmazlar çevredeki tüm Müslüman Türk eşrafın (ileri gelenler, zenginler) eline geçer. Ermeniler sürgün edilir. Ermenilerin mallarına, hem Türk Müslüman eşraf hem Kürt Müslüman eşraf ( etnik kimliğini öne çıkarmayan) birlikte el koyar. Türk burjuva sınıfı yaratılır böylelikle.

30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi imzalandıktan sonra Osmanlı Devleti yenilgiyi kabul ederek savaştan çekilir. Bu yenilginin üzerine sürgün edilen Rumlar, Ermeniler tekrar kendi yurtlarına dönmeye, mallarına mülklerine sahip çıkmaya başlarlar. Müslüman Türk ve Kürt eşrafı tarafından malları yağmalanmıştır. İşte bu sırada 1919’da Kuva-i Milliye oluşmaya başlar. Amacı, yağma edilen malların tekrar Rumlarla Ermenilere kaptırmamaktır. Bize resmi tarih farklı nedenlere dayandırarak anlatır Kurtuluş Savaşı’nı. Ermeni Soykırımı ile ilgili reddedişin sebebi de burada yatar.
Buraya kadar yazdıklarımın hiç biri okullarda okuduğumuz resmi tarihte anlatılmaz. Taraflılık içinde gerçekler eksiltilip, çarpıtılır, yalanlarla başkalaştırılır.

Resmi tarih bize İstiklal Mahkemeleri’nden de söz etmez. İstiklal Mahkemeleri’nde kaç kişinin asıldığına dair çok farklı sayılar söylense de 1931 yılında Son Posta gazetesinde Cellat Kara Ali “O kadar celladın içinde sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 5216’dır demiştir.” Öyle ki Ankara’da ip kalmadığından söz edilir. “Kürtçe konuşuyor, Kürtçe konuşandan hayır mı gelir” denilerek masum insanlar sırf bu yüzden idam edilmiştir. Eleştiri yasaklanmıştır. Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, eleştiren kanatta yer alır. İzmir Suikasti’ne bir biçimde adı karışır ve yargılanır. Hakkında beraat kararı verilir. Bunun üzerine Hüseyin Avni Bey şu unutulmaz sözleri eder:

“Bu mahkeme çok namuslu insanları asmıştır. Bizim namusumuzda bir eksiklik mi gördü ki, bizi asmadı”
Günümüze geldiğimizde resmi devlet ideolojisinin en ağır şekilde sürdüğünü görüyorum. Devleti yönetenlerin o günden bugüne, bu ülkenin ne demokrasi sorununu, ne ekonomik sorunlarını, ne de etnik sorunlarını çözdüklerini görüyorum. Batılılaşma dedikleri ilerleme tam bir kandırmaca. Aynı biçimde hem Müslümanlaşma ideolojisini savunup hem de devletin resmi kurumlarında başörtüsü ile okuma-çalışma yasağının olmasının hiçbir samimi tarafı yoktur.

Geçmiş tarihimizi tüm gerçekleriyle birlikte bilmezsek bugünü doğru değerlendiremeyiz. Bugün söylemiş olduklarımız safsatadan öteye gitmez, tavrımız “doğru tavır” olmaz. Hele de temel adalet kurumu olan “vicdan” kaygısı taşıyorsak resmi tarihin zihnimizde yarattığı zehirleri temizlemeliyiz. Tarihi; resmi tarihçilerden değil tarafsız, vicdanlı, bilimsel yaklaşan tarihçilerden öğrenmeliyiz.

Evlatlık olduğunu sonradan öğrenen ergen çocuk, yıkıntısıyla nasıl baş edecek? Gerçek annesinin, babasının kim olduğunu merak etmeden yaşayabilir mi? Neden başka bir aileye verildiğini merak etmeyecek mi? İçindeki kızgınlık, öfke, incinmişlik duygusuyla yaşamayı başarabilir mi? Nereden geldiğini bilmezse, nereye gideceğini bilebilir mi?
Ben resmi tarih yolundan dönüp, ülkemin gerçeklerini öğrenmeye devam edeceğim.

“RESMİ İDEOLOJİ KURUMU” üzerine 3 yorum
  1. Merhaba,
    Resmi tarih konusuna el atman çok önemli ancak yazdığın yazıyı biraz aceleye getirilmiş buluyorum.

    Resmi Tarih eleştirisi önemlidir! Ancak kapsamlı bir araştırma yapmadan sadece bir iki yazara dayanarak resmi tarihi eleştirmek sonuç olarak resmi tarihin değirmenine su taşır…

    Konuya ışık tutması için dışarıdan bir örnek. Antik Mısır tarihçileri, “Kadeş Savaşı” nı Mısır’ın kazandığını “büyük bir savaş ve büyük bir zaferle sonuçlandığını” biliyorlardı. Nereden öğrenmişlerdi? Piramitler üzerine yazılan yazılardan. Daha sonra Hitit yazıtları bulundu. Kadeş Savaşı’nın Mısır açısından büyük bir hezimet olduğu ortaya çıktı. Tarihçiler bilgilerini gerçeğe uygun hale getirdiler ancak bunu yaparken 3.000 yıllık Mısır (Antik Mısır) uygarlığını da inkara yönelmediler. Bu uygarlığın büyük bir uygarlık olduğu ancak firavunların iktidarlarını sürdürmek için entirika ve yalanı bir yöntem olarak çok yoğun kullandıklarını gördüler.(Roma ve Osmanlı vb. olduğu gibi. Bugünki emperyalist ve kapitalist sistem de daha ince ve karmaşık yollarla bunu sürdürüyor… Çünkü sömürü ve sömürüye dayanan iktidar için bu bir zorunluluk.)

    Yazdığın yazıya temel teşkil eden Fikret Başkaya ve İsmail beşikçi tarih yazıcılığı yaparken istemeseler bile (yöntemlerinin yanlışlığı nedeniyle) subjektivizme düşmektedirler. Gerçeği, gerçeğin kendisine dayanarak açıklama yerine, gerçeği kendi görüşlerine göre -ide- (Kafayı gerçeğe uydurma yerine, gerçeği kafaya uydurmaya çalışmak) Bilimden çok sık bahsetmelerine ve ileri bir noktada ve haklıya yakın durmaları onları görece çekici kılıyor ancak kullandıkları yöntem son tahlilde “resmi tarih yazımı” yöntemiyle flört ettiği için onları karşı olduklarının yanında durmaya itiyor. (Ör. Beşikçi Bilimsel Yöntem adlı kitabın da “doğru milletten millete değişebilir! Türklere göre doğru olan Kürtlere göre yanlış olabilir ya da tersi…” Diyerek gerçeğin milletlere göre değişebileceğini iddia ediyor ve tarih yazımında bunu temel alıyor… Dolayısı ile “Bilimsel Yöntemi” baştan “bilim dışı yönteme” düşüyor)

    Konuyu uzatmadan bu konu da, Erdoğan Aydın’ın Osmanlı’nın Son Savaşı, Stefanos Yerasimos’un, 3 ciltlik Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye (Tanzimattan 1960’a olan süreci inceliyor ve analiz ediyor, Ermeni bir Tarihçidir ve inceleme ve analizleri H.İnalcık’tan ve Fransız Tarihçi Hammer’dan daha sahici ve nesnel buluyorum. Zaman zaman “milliyetçilik ayranı kabarsa da” Osmanlıya ilişkin H. İnalcık hocanın çalışmalarının da çok değerli olduğunu belirtmeden geçmemeliyim)
    Bu çalışmaları karıştırıp yazını tekrar değerlendirmeni salık veririm…

    Başarı sevgi mutluluklar…

    Cevapla
  2. Sayın İlione Yazınızı ilgiyle okudum.1971 yılında doğduğunuza göre yaş olarak çok gençsiniz.Bu şunun için söyledim.Bizim kuşak yani ikinci dünya savaşının hemen akabinde doğanlar yokluğu,yoksulluğu, katık etmeyi çok iyi bilir. Savaş sonrası gelişen soğuk savaş ve onun Türkiyede ki yansımaları konusunda inanın kitaplar yazılabilir.Fikir gelişimi şöyle dursun Türkçe yayın yapan ve çoğu zaman bozguncu neşriyat denilen istasyonları bile sesi fazla açmadan dinlerdik. Sosyal adalet veya fırsat eşitliği demenin cezası çok ağırdı. Komünist damgası yediğinizde hayatınız kararırdı. O zamanlar çocuktuk ama toplum sancılıydı paylaşımda adaletsiz gelir paylaşımı tansiyonu arttırıyordu Askeri ihtilallerin bozuk düzeni iyileştirmek için yapıldığını zannederdim Artan sesleri kısmak susturmak için yapıldığını yıllar sonra anladım. Atatürk ün öğretmenlere söylediği ” Cumhuriyet sizden fikri hür,vicdanı hür,irfanı hür nesiller ister” sözünü ondan sonra gelenler, çitlerle çevrili fikirler şeklinde uyguladılar. Tabi ki bazı gerçekler halktan saklandı.Doğrusunu öğretmek engellendi. 60 lı yıllarda Avrupa’ya giden işçiler oradaki hayatı görünce belki hükumetlere bir baskı unsuru olur diye düşündüm ama bu da gerçekleşmedi. 70 li yıllarda gazetenin birisi taksitle otomobil satmaya başladı da orta sınıf ayağını yerden kesti. Sakıncalı Piyade ile aynı devrede Piyade Okulundaydık. Gece saat ikide apar topar götürdüler “sen subay olamazsın ” diyerek er yaptılar. Şimdi Harbiye ordu evinin karşısında heykeli (Duruyorsa) ni görünce Allahım sen büyüksün dedim. Ezber bozmak değil ,doğru bildiğimiz her şeyi yeniden irdelememiz gerekiyor. Çünkü hangi taşı kaldırsak altından kurbağa çıkıyor.

    Cevapla
  3. Yukarıdakı yorumlarda haklı yanlar ve yönler olduğu saygıyla karşılanmalı.
    Bana bu konu bir belgeselde izleyerek ayrımına vardığım Eminönü Yenicami nin inşası süreciyle ilgili olarak Safiye Sultan döneminin “zulmi”, ondan sonra gelen Hatice Sultan ki dindarlığı ve hayırseverliğiyle anılan bir şahsiyet “adli” diye anılması evel anılan dönemde yapılan ticarethane ve özellikle gayri müslimlerin mülküne tecavüzen istimlakler yapılıp devleti aliyenin şanı zulmi olarak kayıtlara geçiyor. Daha sonra gelen dönemde ise bu zaafiyet aşikar olmakla bugünkü muhteşem eserin Sinan devri derslerinden feyz almış daha genç mimarların eseri olarak tarihteki ezel ve ebet zerreden kürreye mizanında övgü hakkeden yerine oturtuluyor.
    Bence her şey artık verilen tepkiler nereye gidiyorsa, iyiliğin kötü olana galebesi eserine erdirecek olarak idrak olunmalı.
    Bir konuya daha değinmekte yarar var ki, dünyada ideolojilerin komünizmin Rusya da çöküşü sonrası karşıtlıklarıyla birlikte ortadan kaldırılıp ideoloji sebepli hukuki çıkmazların da , tarafgirliklerin de silinmesi gündemi yaşanmıştı. Sizleri tenzih ederim. Bence bir çok ideolojili bir dünya antik çağların politeist ve hak din indinde etiğin süzgecinden genel geçer olarak kabul görmiyeceği akılla anıldığı üzere ancak ve ancak kabulü hem tarih ve hem hukuk ve hem de din ve doğru ahlak kabulleri süzgecinden geçmiş, tek tanrı ve onun insaniyet üzerindeki hak olan gerçek mükellefiyetlere delalet eden hukuk ve bilimsel gelişmelerin bu heyetin yanılmazlığı ve kutsiyetine övgü olması bana daha çok hitap ediyor.
    Sözlerimi bitirirken dünyada bugün insanlığın kabul etmekte yaşadığı bütün olumsuzluklardan ibret alarak Allah indinde din İslam’dır hükmüne olumlu bir gelecek ve gereksiz yere yaşanabilecek afetlerden kurtuluş yolu olarak baktığımı söylemeliyim. Esenlikler ve afiyetle kalınız

    Cevapla
Yorum yapın