Sokaklar hepimizin sokağı, çıkmak için; özgürlük için, ölmem mi gerek! Neden Nevzat/lar canlarıyla bedel ödemek zorunda. Türkiye’de 2005 yılında5378 sayılı bir yasa çıkarıldı. Bu yasaya göre yerel yönetimler ve kamu kuruluşlarına, bina ve hizmetlerini engellilere uygun hale getirmek için yedi yıl süre tanındı. Yani görüntüyü kurtarmanın, oyalamanın yasasıydı bu yetmedi, 3 yıl daha uzatıldı. Ama Nevzat arkadaşımızın gerekli düzenleler için ömrü de yetmedi ve bu düzen, ………… onun katili oldu. Nevzat vatandaşı olduğu ulusunun bir gün eşitçe bağımsızlığı tadacağı, sokağında bağımsızca gezebileceği, insanca erişilebilir bir yaşam hayaliyle öldü. Bu hepimizin haliydi. Televizyon ve gazetelerde haberler; “ yönetimin elleri kanlı” vb başlıklarla olayı Türkiye engelli hareketinin tarihine kara leke olarak yazdı. Diğer taraftan kendini aklamaya çalışan Keçiören Belediyesi’nden yanıt:” Kamyon Nevzat’a değil, Nevzat kamyona çarptı.” mealindeydi. Yine geçen yıl metro raylarına düşerek çok sayıda kırıklarıyla ölümden dönen görme engelli Mahmut Kececi’yi de İstanbul belediyesi suçlu bulmuştu (hem de yine belediyenin bilir kişi raporuyla) ve diğerlerini de…
Burada kendimden konuyu anlamlandıracak bir örnek sunayım: kış 2011 çok ağır, insanlar sanıyor ki kar yağınca çalışan engelli kalkıncaya kadar evde. En fazla 3 gün o da karın ancak anayollardan kürünmesi demek. İşe gideceğim akülü sandalyemle düştüm yollara elinde kürek önde annem arayoldan caddeyle kesişen sokaktayım henüz, annemi eve yolladım. Sokak caddeye çıktığı için aşırı işlek, kardan kaldırıma da çıkılamıyor, ki zaten kar olmasa da kaldırıma çıkan yeterli rampa olmaması, olanlarında önüne otomobil park etmesi dolaysıyla hep trafikteyim. Özetle canımı atmışım yola, yol boyu zaten sağlı sollu otomobil park etmiş, e karlarda o otomobillerin yanına dağ gibi kürünerek yığılmış; bana düşen yolun iyice ortasından gitmek. Arkamdan aşırı yüksek sesle korna çalarak bir tır(mış) karsıda otomobiller, yol yok. Korna çalıyorsun da nereye kaçabilirim ki, hani kar olmasa bir otomobilin arasına belki girebilirim ama öylede değil. O korna sesi zaten aklımı başımdan aldı çünkü serabral palsi olduğumdan sese aşırı duyarlıyım: öyle ki sıçrıyor kasılıyorum, kalbim patlayacak. Tır yanımdan geçmeye başladı, tekeri benim tekerlekli sandalyemin boyunun neredeyse iki katı büyüklükte. O karın çamurunu başımdan aşırdı, göremiyorum da çünkü gözlerimi açamıyorum: dehşeti yaşadım. O halde mecbur gittim işe çünkü o an evden yakın. Annemi aradım bana giysi getirdi, akülümün çamurunu vs biraz sildi. Isındım, amirim izin verdi bende aynı yolu dönecek cesaret yok. Akülüyle takside tutulmuyor bagaj almıyor. Orda ölsem biliyorum ki suçlu ne yaya, nede trafik olabilen bendim: yada cesurca devlet de suçlu diyemediğinize göre, o halde suçlu kaderdi öyle mi? İşte ben bu vicdansızlığa isyan ediyor, kahroluyorum…
Bizlere, alay edercesine ‘dışarı çıkın’ diyenler; bakın işte, “çıktık ve öldük” hala görmüyor, duymuyor, acılarımıza dokunmaktan kaçıyor musunuz? Öyleyse memnun musunuz? Peki bu duruma nasıl geldik dersiniz? Dilimin döndüğünce anlatayım:
Engelliyi birazda suçlayarak başta politikacılarımız, sivil toplum örgütlerimiz gibi çözüm üreterek uygulamak zorunda olan organlarımız, ağlamayana meme yok demeye getirip hep şunu demediler mi? “Engelliler dışarı çıkın ki sorunlarınız görünür olsun, çözülsün: aileler çocuklarınızı saklamayın dışarı çıkarın!” Neydi aslında denilmek istenen? Çevireyim, “siz engelliler sesinizi çıkarıp yollara düşmedikçe sorunlarınızı görmemizi beklemeyin…” Savunurum, haklılık payınız var olmakla birlikte, tek başına bu yaklaşım ne kadar hakkaniyetli? (İki yüzlülük, kolaycılık ki bunu onlarda biliyor aslında da işlerine gelmiyor.) Demek sistem bizleri yük olarak görme geleneği devam ediyor hala…
Umarsızlık hastası duyarsız ruhları, bizimle gerçek çözüm peşinde beraberce yorulmak yerine üç maymunu oynamayı, aslında nasıl engellilerden daha bakar kör, duyar vurdum duymaz, yürür ama eylemsiz-tepkisiz olabileceklerini sergileme peşindeler!
Ama unuttukları bir şey var: biz engellilerinki seçim değil, içinde bulunduğumuz tıbbi ve fiziksel koşulların dayattığı zorunluluktu. Budur engelimiz ve itirazımız değişim yolunda savaşımız, tavır ve duruşumuz siz görmeseniz, duymasanız, bilmek istemeseniz de oldu, olacak. Bunu hayatın her alanında, kendi kapasitemiz sınırında sergiledik. Çünkü yerine göre 3 cm bile bizlere Çin Seddi olabiliyor. Lakin bu bilince varmak bir yana, bizler sağlıklı bireye oranla yapamadıklarımızla karşılaştırılarak yargılandık. Örneğin öyle anlaşılıyor ki şunu kendinize hiç sormadınız: “engellilerin dışarı çıkıp hayata entegre olabilmeleri için bizler neler yaptık? En basitinden toplu taşımdan yararlanabiliyorlar mı? Dışarı çıkmak, alış-verişe, sinema-tiyatroya vs gitmek işkenceye eş olmasa bu insanlar neden kendilerini yarı acık ceza evine kapatsın?” Farkında mısınız, medyada bile bizlere hitaben “tekerlekli sandalyeye mahkum” türevi imajlar kullanıyorsunuz. Evet biz, sizlerin zihniyetinde mahkumuz! Yine şunu hiç düşündünüz mü? Mahkum varsa suç da vardır, olmalı. Peki öyleyse biz engellilerin suçu ne olabilir ki, başlarında sevdiklerimizden- ailelerimizden oluşan gardiyanları bu kadar esareti haketmiş olsunlar? Hayır biz engellenenler bencilliğinizin mahkumu olsak da, aslında size göre tek suçumuza sebep anlasın o ki, farklı olana tahammülsüzlüğünüzden kaynaklı ayrımcılığınızdır. Bunun için mi ölmemize göz yummanız?
Hayır, öyleyse asıl suçlu siz vicdansızca engellileri ölmeden mezara koyanlarsınız. Evet öncesinde evlerimizde sesiz, toplum vicdanını kanatmadan ölüyorduk. Çığlıklarımızda mahkum, boğulanlardandık. Bu gün artık sokaklarda asla hayvana bile layık görülemeyecek şekilde ölüyoruz. Değişen ne? Hep beraber olumsuzluklar değiştirmek, insanca eşit yaşamı paylaşmak için ne yapabilirim diyemiyorsak, samimiyetle aynada kendimizle yüzleşebiliyor, bari kendimize dürüst olabiliyoruz diyebilir miyiz?