Pazar alışverişlerini severim. Türlü türlü sebze, meyve, rengarenk giysi ve mefruşat arasında gezinirken yaşamla iç içe olmak hoşuma gider… Hem taze hem de ucuz yiyecek almak için dolaşırken insana dokunurum…
Pazarcıların: “ Portakala gel portakala! Balkonda sık ama… yoksa evi su basar”, “ bizden giyinenler manken oluyor, almayanlar evde kalıyor”, “ süpürge alanın kaynanası ölsün, ” gibi espriyle karışık sözleri beni hep gülümsetir… Pazar yerleri aslında günlük çekişmelerin, yerel kültürün, yaşama ait her şeyin olduğu yerlerdir… Bu anlamda, davetkar gülüşüyle beni hep çeker… Ben pazarcıların ne özdeyiş gibi sözlerinden ne de bağırtı-çağırtılarından rahatsız olurum…
Uzun zamandır pazarlar daha sessiz daha bir gürültüsüz… Ben insanımıza özgü bu ritüellerin yasaklanmasından pek memnun değilim… Ama gürültü kirliliğinden rahatsız olanlar olabilir tabii ki. Kuşkusuz, bu düzenleme onlara sevindirici gelebilir.
Her perşembe pazar arabamı alır, evimin yakınındaki semt pazarına giderim. Ağaçların altından yeşilin kokusunu çekerek yürümek ruhuma iyi gelir…
Engelli rampalarının önü kapalı
Gelin görün ki, ağaçlık yoldan pazara inmek için koca koca kaldırımları aşmak zorundayım. Kimi yerlere engelli rampaları yapılmış ama hemen hepsinin önü kapalı! Çünkü çok düşünceli ve nazik beyefendi ve hanımefendiler, araçlarını o rampaların önüne park ediyorlar… Olanağı yok, geçemiyorum… Bir fare gibi kapana kısılmış duyumsuyorum kendimi…
Off! Off! Daha ne kadar engellilerin yaşamı yağmalanacak? Daha ne kadar etten-kemikten olanların engellemeleriyle karşılaşacağız?
Yüreğimde aslan gibi kükreyen bir isyan…
Bu umarsızlık karşısında avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum…
Çığlığımı duyan var mı?
Mesela diyorum
Mesela, diyorum… Özgürce gezebileceğim bir kentim olsa…
Mesela, diyorum… Gönlümce sokaklarında cirit atabileceğim mekanlarım olsa…
Mesela, diyorum… Kentler kurulurken yaşlılar, engelliler, hastalar kent dışına itilmese…
Modern insanın güçsüzlüğü
Öyle ya! Kentleri içinde yaşadığımız kültür yaratır. Ne yazık ki, “sağlamcılık” anlayışına göre kurulan kentlerde, farklı olanların gereksinimleri düşünülmüyor.
Mimarlar, mühendisler, şehir plancıları, değişmez “sağlamlık” anlayışına göre kentler kuruyorlar. Modern insan, koca koca binalar inşa ediyor. Ama değer yaratamıyor.
Çünkü, Sanayi Devrimi’nden sonra, tek tip bir anlayış, yerel ve evrensel kültürde tüm topluma empoze edilmiş. Çeşitliliği içine alan bir anlayış yerine çoğunluğun gereksinimlerine göre kentler doğmuş. Akılcılık ve yararcılık ön plana çıkartılırken farklı olanların gereksinimleri gereksiz görülmüş.
İnsanın düzgün çalışan bir makineye indirgemesi, insani değerlerin yok sayılması, çoğunluk iktidarının egemenliğiyle farklılıkların göz ardı edilmesi modern insanın güçsüzlüğü olsa gerek.
Kentin sahibi kim?
Çoğunluğun gereksinimleri gereksinim de, farklı olanların değil mi?
Gittiğim pazarın, İstanbul’un(kentin), kentlerin sahibi kim?
Bu farklılıkları reddeden çoğunluk niçin onların gereksinimlerini düşünmüyor?
Kent sakinleri, son derece bencilce bir keyfilikle engelli rampalarının önünü kapatıyor, engelli park yerlerini, asansörlerini gaspediyorlar… Toplu ulaşım araçlarında yaşlılara, hamilelere, engellilere ayrılmış ön koltuklara kurula kurula oturup onlara yer vermiyorlar…
Sahi, kim belirliyor bu kent kültürünü? Kim sınırları koyuyor?
Birdenbire bunları sorgularken buluyorum kendimi…
Postmodernizm: Çok çeşitlilik ve değersizlik
Bu postmodern çağda, farklılıkları içine alan bir kent kültüründen sıkça söz ediliyor. Bir yanda çok çeşitlilik… Öte yanda ise bir değersizlik…
Gerçekten de, İstanbul’da (kentte) bencillik, umarsızlık, hoşgörüsüzlük, empati yoksunluğu çok ağır basıyor.
Bu nasıl bir oburluk?
Bu nasıl bir keyfilik?
Biliyorum, alt yapısı düzgün kurulmamış bir kentte yaşamak zor… Her kişinin gereksinimi farklı ve derecesi aynı önemde olabilir.
Çoğulcu kültür ve birlikte insanlaşmak
Ancak, sırf gereksinimlerini düşünen, iç güdülerine göre yaşayan, tüketen, paylaşımcı olmayan bir anlayıştan uzaklaşmalı… İnsani değerleri içselleştirmeli.
Bu biçimde davranırsak kent kültürüne katkı yapar, birlikte insanlaşırız. Çünkü kentli olmak, ortaklık kurmak demektir.
Bunun yanısıra, devlet ve yerel belediyeler, engellilerle ilgili popülist yaklaşımlardan uzaklaşmalı.
Engelliler, sözde bir demokrasinin ve uyduruk bir kent tasarımının öznesi olmak istemiyorlar. Çünkü titizlikle tasarlanmadan, yapmış olmak için yapılan her çevre düzenlemesi yolumuzu kesiyor.
Ben yaşadığım çevreyi, İstanbul’u (kenti) sorgularken aynı zamanda içinde yaşadığım bu kültürü ve yerel yönetimleri de sorguluyorum.
Çoğulcu kültürün ve insani olanın reddedilmediği bir dünya istiyorum…
Bu sese kulak veren var mı?