“…Korkunç ve mübarek elleri
İnce küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yarimiz
Ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri
Öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara, kaçırıp, uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
Ve karasabana koşulan
Ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların
Oynak ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar
bizim kadınlarımız “( Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye Destanı’ndan)
Kadınlar denince ilk önce aklıma Nazım Hikmet’in bu dizeleri gelir. Büyük şairimiz toplumumuzda kadınlara verilen değeri ne güzel anlatmış öyle değil mi? Ülkemizdeki kadınların öyküsü bu şiir de anlatılandan pek farklı değildir. Bugüne kadar kadın sorunları en çok yazılan ve konuşulan konuların başında gelmektedir. Peki kimdir kadın? Nedir sorunu?
Kadın sorunu denince varoşlarda yaşayan, bağ bahçede çalışan, asgari ücretle boğaz tokluğuna ömrünü tüketen, alın teriyle yaşamını idame ettiren emekçi kadınlar geliyor aklıma. Yoksa bir gün güzellik salonunda öbür gün konken partisinde bir başka gün eğlence merkezindeki kadınlardan bahsetmiyorum.
Lütfiye Aydın’ın kitabını bir solukta okuyup bitirdiğimde kadın olmanın zorluklarını bir kere daha duyumsadım. Ölüm Erken bir Akşamdır* kitabın adı. Kitabı elime alır almaz ismi çok ilginç gelmişti. Sanki bir şiir başlığı demiştim içimden. Hakikaten de kitap adını bir şiirden alıyor. Bunun yanısıra her öyküsü de şiir gibi. İnsanı çoğu zaman çocukluğuna, genç kızlığına ya da çok tanıdık birisinin dünyasına götürüveriyor. Öyküleri okurken öykü karakterleri bazen siz oluyorsunuz, kendi kendinizle hesaplaşıyorsunuz. Bazen çok tanıdık birisinin dünyasına giriveriyorsunuz. Komşunuzun, annenizin, akrabanızın… Kadın olmanın zorluklarını bir kere daha yaşıyorsunuz.
Aydın’ın kitabında hayatın gerçekleriyle örülerek insanın içini sımsıcak saran, yalın, anlaşılır bir dille yazılmış on ayrı öykü var. Aydın, öykülerinin tamamında olmasa bile genelinde feodal sistemin içinde kalıplaşmış kurallarla yaşama savaşı veren kadınları ve iç dünyalarını anlatıyor.
Kadın olmak ne demek? Bu sorunun cevabı her öykünün içine nakış nakış işlenmiş büyük bir ustalıkla. Geleneksel kurallar içinde sıkışmış kalmış kadının yalnızlığı kimi zaman yüreğinizi burkuyor, kimi zaman da örselenen, direnmeye çalışan, kendini arayan kadınların yaşadıkları yüreğinize bir yumruk gibi oturuyor.
Kadınların üzerinde ne kadar çok baskı var? Aydın’ın Bileti Yakamamak adlı öyküsünde kız çocuk olmanın kurallarıyla yetiştirilen bir kadının yaşamından kesitler var. Kız çocuğu ağır olmalı, ciddi durmalı, ölçülü davranmalıdır. Bu kurallar içinde büyüyen kadın yaşamının diğer dönemlerinde kendi istediği gibi davranamaz. Hep başkalarının istekleri doğrultunda yaşar. Bu kırsal kesimde de böyle değil midir ? Kadına koca karşısında konuşmaması, sofraya kocadan sonra oturması, itaatkar olması öğütlenir hep. Sandıklar dolusu çeyizler dizen, görücü usulüyle evlenen, başlık parasıyla satılan kadınların sayısı az değildir. Geriye yaşanmamış zamanlar ve acılar kalır. Yine Gülkurusu öyküsünde Aydın’ın, kadının ölümünde bile adının en son anıldığının altını çizmesi düşündürücüdür. Kadın her yerde vardır. Sevgilidir, saygıdeğerdir, muhteremdir, değerlidir ama kadının kendisi yoktur hayatın içinde.
Cennetlik Bir Kadın Yazar adlı öyküsünde burjuva kökenli kadının sorunlarını anlatan bir yazarın “ nasıl yazar olduğunu “ kendi ağzından dinliyoruz. Kadın yazarımıza medyadan röportaj önerisi gelir. O da başlar anlatmaya. Ad ve soyadından başlar önce. “Eda Kemaloğlu” Soyadını beğenmez yazarımız. “ Duble eril bir erkek adıdır “ ona göre. Fakat bu soyadının yararını da gördüğünü eklemeden geçemez. Çünkü yazar olan bir kimsenin adı ve soyadı akılda kalıcı olmalıdır!!! Sonra şunları söyler yazarımız “ A, elbette. Uzun yıllar peşimi bırakmadı tabii. Üniversiteyi bitirene dek. Yalnız duble eril soyadım değil, bizim oğlan da… Erkek kardeşimin uykuları kaçtı ailemin adına gölge düşüreceğim diye. Aşırı baskıya tepki miydi, yoksa yıldırım aşk mı ? Bunun analizini hala yapabilmiş değilim, bir çayda tanıştığım Peter’le üniversiteyi bitirir, bitirmez evlendim. Bizimkilerin saçını başını yolmasını da umursamadım “ (s.15) Tanıştıklarında zengin bir adamın oğlu olduğunu belirten Peter’le evlenerek bu soyadından kurtulur, Amerika’ya giderler. Peter zengin bir adamın değil, kasiyerin oğludur. Üstelik uyuşturucu bağımlısıdır. Kadını da umursamaz. Bütün bunlardan ötürü kadın ülkesine geri döner. Yazarımız, yazar olmasının nedenleri arasında, kolejde sevdiği oğlanla beraberken el ele tutuşmaktan öteye gidemediği için tartaklanması, bu tartaklanmayı bir aile dostu olan Nejat Abi’sinin kollarında unutması ve biten evliliğinden dolayı acılarının yumak yumak olup içinde biriktirmesi, yazmaya böyle başlamasını anlatır. Annesinin parasıyla bir kitap çıkartır sonra. Bu arada entelektüel dediği, mesleği tiyatroculuk olan Korcan’la tanışır. Evlenirler. Fakat çağdaş olan eşi cinselliği yazdığı için kendisini teşhircilikle suçlamaya başlar. Araları bozulur, ayrılırlar. Kayınvalidesinin “ Yazar kadından karı mı olur ? “ dediğine ilişkin duyumlar alır. Daha sonra ki kitapları kendi soyadıyla çıkmaya başlar. Kitaplarında bireysel mutluluğunu, fantezilerini, özgürlüğünü anlatır, ödüller alır. Öykünün sonlarına doğru şunları söyler : “ Aklıma ne geliyor biliyor musunuz, şu kızın yaşamını yazmak. Kitabımı toplumculukla, gerçekçilikle aklını bozan birtakım çevrelerin suratına çarpmak geçiyor içimden “ ( s. 22 ) der. Sözünü ettiği kişi hizmetçisidir.
Aydın, günümüzde kadın sorunlarını yazan sözde yazarların nasıl baş tacı edildiklerini yalın bir dille gözler önüne seriyor. Kadın sorunu sadece soyadlarımızla ilgili bir konu mudur? Ya da bireysel, cinsel özgürlük mü demektir? Bu öyküde yaşamını anlatan kadın yazar “neden kadın sorunlarını yazdığının“ cevabını yine kendisi verir. Aslında yaşadıkları Türkiye’de ve dünyada yaşayan kadınların yaşadıkları yanında bir dişin kovuğunu bile doldurmaz. Sabahın köründe kalkıp ocağını yakan, çapa yaparak sırtında çocuğunu taşıyan, üzerine kuma getirilen, çocuk yaşta evlendirilirken hiç söz hakkı olmayan kadınlara haksızlık olmaz mı bu? Dövülen, sövülen, çocuğu elinden alınan kadınlara ne demeli ya? Çalıştığı fabrikada hamile olduğu için işten atılan, çocuğunu bırakacak kreş bulamayan, bulsa bile her gün çocuğunu kreşe getirip götürmeyi omuzlayan kadınlar yine bu ülkenin kadınları değil mi? İşte tüm bu çelişkileri düşündüren bu öyküde “yazardan karı mı olur” sözü sıkça duyduğumuz bir yargı. Bu öyküde bir yandan burjuva bir kadının hizmetçileri varken hangi işe elini sürerek kadınlık yaptığının altı çizilirken bir yandan da burjuva kökenli bir yazarın bile birtakım tabularla karşılaştığını da görüyoruz. “Yazardan karı mı olur”sözü kadınlara biçilen rolleri ne de güzel anlatıyor.
Menekşe Sokağında Her Akşam, Hala Kanayan, Leylak Yorgunu, Ölüm Erken Akşamdır öykülerinde kadınların kendi kendilerine yabancılaşması ile birlikte içindeki bulundukları yalnızlık dile getiriliyor. Bu yalnızlık Menekşe Sokağında Her Akşam’da olduğu gibi kimi zaman kadın erkeğin namusudur anlayışından kaynaklanıyor. Kadın namus uğruna dövülerek, aşağılanarak, kadınlığından utandırılarak yaşamın kıyısına bırakılır.
Hala Kanayan adlı öyküde dört kadının birbirleriyle kesişen hayatlarında yaşadıkları aşk acıları, terk edilmişlikleri hatta ölümü bile dostluklarına sarılarak teselli bulmaya çalışmalarının hüzünlü öyküsü var. Öykünün sonundaki bir paragrafta yazarın şu saptaması kadınlarımızın içler acısı durumunu gözler önüne seriyor. “ Bizim seslerimiz kendimize bile ulaşamıyor çoğu kez “( s.48 ) Leylak Yorgunu’nda ev işlerine hapis edilen kadının yalnızlığı sanki tüm ev hanımlarının ortak bir haykırışı.
Adı kitaba verilen öyküye gelince… Ölüm Erken Bir Akşamdır adlı öykü. “ Bekleniyordu demiyorum. En beklendiği zaman bile, için için gelmesin diye dua edilen bir konuktur ölüm., Asık yüzlüdür, sevimsizdir, istenmez ya yine de gelir.“ (s.74) diye başlar öykü. Bir kadın ölen kocasının ( Ziya Bey) çalışma odasına temizlik yapmak için girer. Masasında kocasının tamamlayamadığı şiirini görür. Şiirle birlikte zaman zaman geriye dönüşlerle kendisiyle ve kocasıyla hesaplaşmaya başlar. Şöyle der ilk sayfada “ Ölüm diyorsun şiire başlarken. İlk sözcüğün… “ Ö “ harfine takılıp kalıyorum. Sanki gözlerin, şaşkınlıkla bana bakıyor. Odana girmemi yadırgıyorsun sanki. Sonra bir çocukluk oyununa dalıyorum, usulca. Yıllar önce görülmüş bir düşe yeniden , sessizce giriyorum. Çocukluğuma. Ürkek, renksiz, çok çalışkan, çok uysal bir kızdım o yıllar. Buna karşın, babam öfkelendiği zaman Ö’yü düşündüren umacı bakışlarıyla bakardı yüzüme. Sonra sen oldun yaşamımda. Ne tuhaf, benim dışında her şeye sevgiyle baktı gözlerin…. “ (s.74 ) “ ÖLÜM ERKEN BİR AKŞAMDIR “ cümlesinin her harfinde belleği geriye doğru gider. Her harf yaşadıklarının bir simgesi haline gelir. “ L “ harfini hayatının keskin dönemecine benzetir. “ Bir adım gidemeden – nereye gidebilirdim ki ? – köşesine sıkışıp kaldığım kaldığım bir dik açı. Hala oradayım. L salonun tozları beni bekliyor şimdi. Temizlik sırası orada…. “ (s.75) der. “ Ü “ harfi kocasının evlenmeden önce yaşadığı bir aşk macerasından olma kızının baş harfidir. Kocası bu eski sevdayı kendisinden gizlemiş, kızıyla ilgili tek bir kelime etmemiştir. Yalnızca ara sıra kızıyla gizli gizli konuştuklarını duyar. (Öykünün ilerleyen bölümlerinde kocasının yedek subaylığını yaparken dul bir kadına tutulması, kadının gebe kalması, ailesinin bu ilişkiye karşı çıkmasıyla biten ilişkileri anlatılır ) “ M “ harfine gelir sonra. Şöyle devam eder: “….En çok onu düşünüyorum bu sıralar, “ Mürşide’yi” . Onun varlığından haberim olmadığını sandın. Dahası çok şeyden habersiz olduğumu… Oysa dört duvar arasına kibarca hapsedilen kadınların antenleri çok güçlenir; bunu da bilmedin…. “ der, “ ne acı, herşey olup bittikten sonra kimi şeyleri öğrenmeye çalışıyorum “ (s.76) diye hayıflanır. İkinci sözcüktedir sıra. “ Erken “ Bu sözcük ile bir görev bildiği birlikteliklerini, evini, evinin evi olamadığını, çünkü kocasının gerçek yuvasını uzaklarda bırakarak (ilk aşkıyla kızını) kendisine sevda yorgunu geldiğini, kocası için annesinin “ erkek “ diyerek bu evliliğe nasıl zorladığını hatırlar. Yine şöyle devam eder. “…. Er’din sen efendiciğim. K’lar, E’ler, M’ler erliğini büyüttü. ( Sahi Mürşide duymuş mudur öldüğünü ? Parasızlıktan bir ilan bile veremedik de …) Acaba benden daha mı çok üzülmüştür ? Onu hiç görmedim; Necla’yı tanıyorum…. Necla için evliliğimizi bozmaya kalktığında, kimi dostların niteliklerimi anımsatmış. “ Nitelik değil, sevgi arıyorum demişsin.” Sonra “ Öylesine katı, tepkisiz ki bazen bir kalıpla yaşadığım duygusuna kapılıyorum ? “ Nedense “ manken “ demeye dilin varmamış. Haklısın Ziya Bey; mankenler güzel olur. Bencileyin kilolu, eklemleri iş yapmaktan şiş içinde, bacakları varis düğümleriyle dolu bir kadına, durmaksızın çalışsa da “ kalıp “ denilir. Sana temiz gömlekler, ütülü pantolonlar, beş çayları, sade kahveler yapmaktan; bulaşıkçılığı, temizlikçiliği, aşçılığı sızıldanmadan yapmaktan, aynalara göz atmaya bile fırsatım olmadı. Fakülte diplomamı bile unutturan soylu bir tutsaklığı yaşadım Ziya Bey. Yirmi yıl süren bir didinmeden toplamından, üstüne üstlük sevgili anneciğinin yasaklarla ördüğü çitlerden fırsat bulup da kadınlığın mis kokulu bahçelerine atlayamadım. Belki de cinselliği daha bebeklikten öldürülen kızlardan sevgili olmaz efendim. “ ( s.77 ) ” Bir akşamdır “ cümlesiyle bekarlık günlerine geri döner kadın. Bir akşam vakti çocuksuz, dul, uzaktan akraba oğlu ve ailesi görücülüğe gelirler. Annesi görücüler gittikten sonra bir odaya çeker ve konuşur. Başına devlet kuşu konmuştur. Birtakım maceralar yaşayıp kadınlardan hevesini alan bir erkekten iyi aile reisi olur. Hem yaşı da otuzu geçmiştir zaten. Bu düşüncelerle evlenir kadın. Evliliğini sorgulamaya başlar daha sonra. Kendisini… Kocasını… Paralı, soylu, kültürlü, yakışıklı akrabasının gözlerini kamaştırmasını, tanımadan evlendiği kocasını anlamak için nasıl kitaplar okuduğunu, paylaşımlarının azlığını, sevgisiz bir beraberliğin getirdiği yalnızlığı, ev işlerine hapis olmasını, suskunluğun getirdiği acıları, başka kadınlarla aldatılmanın hüznünü, vefakarlılığını, unutulmuşluğunu… En sonunda kendisini… Şu sözleri düşündürücüdür. “…Kimliğin üstünde kafa yormaz. Kadınlığı üzerinde hiç durmadan, okuduklarını hayata geçirmeyi hiç düşünmeden, varlığını olup biten herşeyin dışında gören bir kadın. Gizlice biriktirdiği nefreti bile kendine saklayan dul kadın, Emine Hanım. Ben…. “ (s.82) der. Öykünün sonunda Emine hanım tüm kadınlara seslenir sanki. “ Şimdi bahçedeki çiçekler de yok, kurudu hepsi. Sincapların öldü. Resimlerin başkalarının evinde. En garibi, artık aruzla şiirler yazılmıyor. Kadınlar da susmuyor. Benim yanlışım susmaktı… “ (s. 85)
Geleneksel baskı içinde yetişen kadınların tipik bir örneği Emine. İçimizden biri. Ataerkil düzende kadınlara ta çocukluklarından itibaren erkek karşısında el pençe divan durması öğretilir. Cinsellik ayıptır, konuşulamaz. Ama evlenince o konuşulması yasaklanan cinselliğini yaşaması beklenir kadından. Kadın uysaldır, kadın itaatkardır, kadının söz hakkı yoktur. Ev işleri kadının görevi olduğu gibi annelik niteliğinden dolayı çocuğuna bakmakla da yükümlüdür. Ne yazık ki günümüzde halen görücü usulüyle birbirini tanımadan evlenen, berdel verilen, kadınların sayısı çoğunluktadır. Üstelik bir de medya ile körüklenerek burjuva yaşama özendirilen kadınların sayısı hızla artmaktadır. Ev işlerine mahkum edilen kadınlar kendilerini geliştirememekte, bulaşık, çamaşır, temizlik v.s. işler kadının sorumluluğuna verilirken kişilikleri yok edilmekte, yetenekleri öldürülmekte, zekasını, aklını nasıl kullanacağı öğretilmemektedir. Aydın, bu öyküde yalın bir anlatımla toplumumuzdaki kadınların gerçekliğini abartmadan gözler önüne sererken okuyucu da bu gerçeklerle bir daha yüzleşiyor.
Ağlama Yasağı adlı öyküde yanıklar içindeki bir kadının hastanede geçen günleri anlatılıyor. Aydın’ın biyografisinde Sivas Belgeseli yapmak üzere gittiği Madımak Oteli’ndeki faciayı yaşadıktan sonra Ankara’da bir hastane de tedavi altına alındığını okuyoruz. Öykü de o tarihlerde ve Ankara’da yazılmış. Yazar, hastanede yatarken bedeninin yüzde seksen altısı yanan, on iki yaşındaki, Mardin’li bir çocukla tanışır. Bu çocuğun dostluğu, arkadaşlığı, gerçekleri olduğu gibi kabul etmesi, değer bilirliği, sağlığına karşı titizlenmesi, sorumluluğu, sevecenliği, yaşama karşı dirençli olması tüm herkesi olduğu gibi yazarı da etkiler. Çocuğun Mardin’li olmasından dolayı bir zamanlar yaşadığı kenti ve günleri anımsar. Anaların yaktığı ağıtları… Türkiye’nin siyasal gerçekleriyle örülmüş insanın içini sızlatan, düşündüren, duygu yüklü bir öykü.
Müslümanlarla iç içe yaşayan iki Hıristiyan arkadaşın sıcacık dostluğuna Tükenişin Ustaları adlı öyküde tanık oluyoruz. Bu öyküde birisi taş ustası öteki telkari kuyumcusu olan iki dostun meslekleri yok olurken iletişimsizliğin çığ gibi büyüyerek gençleri kuşatması, insanlar büyük kentlere doğru akın ettikçe birbirlerinden uzaklaşıp sevgi, dostluk gibi kavramların içinin boşaltılmasının gerçekliği var. En son olarak, görüş ayrılığından dolayı birbirlerini tanımadan birbirlerine kıyan insanların dramları Tükenmeyen adlı öyküde anlatılıyor. Duruşma salonunda başlayıp bir babanın kaybettiği oğlunun acısına dayanamayarak sokakta yere yığılması ile biten bir öykü. Onca emek verilip büyütülen dağ gibi gençlerin arkalarında bıraktıkları… Anaların, babaların, kardeşlerin içlerine sinen acılar… İnsanlar yollarda, kapı aralarında can verirken hiç kimsenin tepki vermemesi, yardım elini uzatmaması… Ama umut her zaman vardır. Babası yere yığıldığında koşan, taksi çağıran, sedye getiren insanların hala var olduğunu görmek öykü kahramanımızı duygulandırdığı gibi okuru da duygulanıyor.
Aydın’ın öyküleri Türkiye’nin gerçeklerinden kurgulanarak bir sinema filmi gibi kare kare okuyucuya sunuluyor. Yalın, akıcı bir dili var. Sevgi, dostluk, aşk, yalnızlık, hüzün ve acı öykü karakterlerimizin yaşamlarından kesitler verilip anlatılırken sanki her birimizin hayatını yansıtıyor gibi. Her öyküsünde okurun kendisini bulduğu, özleştirdiği bölümler var. Aydın, ayna tutuyor yaşamımıza. O aynada biz varız.
Dipnotlar:
* Lütfiye Aydın, Ölüm Erken Bir Akşamdır, Simavi Yayınları, İstanbul, 1994