Söke’den Aysun hanımla (emekli öğretmen) erken yola çıktık… Bursa’da bir arkadaşımızı ziyaret edip aynı gün İzmir’e döneceğiz. Erken çıkalım da arkadaşımızla daha çok zaman geçirebilelim dedik… Bu arkadaşımız otuz yıllık ortak dostumuz olan Yalçın… Bir kaza yapmış… Durumu kritikti. Şu an atlattı, hızla iyileşiyor…
Kahvaltı yapılmıyor haliyle sabahın çok erken saatinde. Yolda yeriz dedik… Sonra da Susurluk geldi aklıma, çok uzun zamandır yolum düşmemişti hiç. Oysa çiğ böreğini, tostunu, köftesini ve özellikle ayranını severim. Bu fırsatı değerlendirip özlem gidereyim dedim. Aysun hanım kabul etti teklifimi.
Aysun hocanın son dönemlerde ciddi ekonomik sorunları var. Bazen yanımdan çok uzaklarda olduğunu hissettim. Zaman zaman yanıma döndüğünde ise gergin oluyordu. Sürekli eleştiriyordu, hemde her şeyi… Her kişiye olumsuz bakıyor, her olayın altında bir bit yeniği arıyordu… En kötüsü de kendini konuşmak zorunda hissetmesiydi… Beni yalnız bırakmamak adına yapıyordu bunu… Hatta konuşmak zorunluluğu eziyet bile oluyordu bazen ona… Konuşmak zorunda olmak ama her konuştuğunda bir şeyleri eleştirmek zorunda kalmak, çift taraflı bir işkenceye dönüşüyor belirli süre sonra…
Susurlukta tost, çiğ börek ve ayran söyledik kendimize… Siparişlerimiz masaya geldiği an başladı dostum konuşmaya… Daha doğrusu eleştirmeye diyelim:
-‘’Ne özelliği var bu tostun? Bildiğimiz peynirli tost işte… Üstelik fiyatı da çok fazla…’’
Oysa bilenler bilir oradaki tostun özelliği peynirdir… Güzel olan bu peynirden de bolca konulur…
-‘’Bu börek çiğ değil ki… Pişmiş, hem de yağda kızartılmış! Bu isimler aldatıcı oluyor.’’
Anlatmak zorunda kaldım; İçini çiğden koyuyorlar, ayrıca bildiğim kadarıyla çi ya da çiğ güzel anlamına geliyor, Orta Asya kaynaklı bir böreğimiz diye…
-‘’Bunlar ayran bardağına niye pipet koyuyorlar? Belki ben pipetsiz içeceğim… Ağzımın kenarlarında ayranı yalamayı seviyorum.’’
İşte o an koptum; yarısına kadar içtiği ayranın içindeki pipeti çöpe attım. ”Oldu işte” dedim. O’da gülmeye başladı o anda.
Bu arkadaşım felsefe eğitimi aldı. Algısı, bilgisi yerinde… Fakat bu yaşam insanları o kadar çok zorluyor ki… Gözümle gördüm işte… Yaşamdan keyif alan bir insan, adeta barut fıçısına dönmüş. Hayata karşı sitemlerinde haklıydı üstelik. Haklıydı dünyaya kızgın olmakta… Yaşamında hiçbir zaman savurganlık yapmadan, zor durumda kalabilmişti. Üstüne eş dost kazığını da ekleyin daha iyi anlarsınız dediklerimi.
Ancak bilemediğim, anlayamadığım bir şey var yine de davranışlarında… Anladım; her şeye eleştirel bakıyor… Ancak her şeyi eleştirirken akılcı olmak zorunda değil ki insan… İşin komik olan yanı bu… Çıksa ana avrat küfretse… Bağırıp çağırsa herkese, hatta bana… Ben yine onun dostuyum… Değişmez bu durum… Oysa hala o dik durduğunu gösstermeye çalışıyor…Akıllı olduğunu göstermeye çalışıyor… Tek derdi bu… Kendi salaklığından kaynaklı değil bunlar, bunu anlatmaya çalışıyor… Biliyorum be canım dostum… Toplumun çoğunluyla aynı kaderi paylaşıyoruz. Sen fazladan olarak yaşamın ettiklerini içinde taşıyorsun… Çeşitli kılıflarla başkalaraından saklamaya çalışıyorsun yenilmişliğimizi… Sistem yendi bizi Aysun! Sistem kendi evlatlarını yemek için kurulmuş hepsi bu…
İzmir’de yine bir dostumuzla buluştuk dönüşte… Saç ayağı tamamlandı diyelim… Saç ayağı tamamlanınca her şey daha kolay oldu… Dile kolay otuz iki yıldır paylaşıyoruz bu dostluğu… Sır filan da kalmadı zaten aramızda. Sadece olgulara/olaylara değişik isimler veriyorsun tek farkımız bu… Hiç bir şey saklamadan, korkmadan ve utanmadan konuşabilmek var yaaa… Paylaşım dedikleri sihirli kelime bu olsa gerek… Çok sohbet, bol içki, azıcık gözyaşı, azıcık şefkat ve derin uyku… Hepimize iyi geldi. Özellikle de Aysun hanıma… Her şeyi bırakıp bir hafta yanıma kaçacağını söyledi… Sevindim… Arada bir kaçmak lazım her şeyden… Hatta her fırsatta… Mutlu olduğun insanlara ve mekanlara kaç(a)mak şart!