Düşünceleri, duyguları, bakışlarıyla, “sağlam” kişilere uyarlanmış binaları, köprüleri, herkese açık lokantaları, tiyatroları, müzeleri, mağazaları, parkları, okulları, kütüphaneleri, sinemaları, mağazaları, spor salonları, otoparklarıyla, farklı yaşayanların düşünülmediği kapı ve asansör girişleri, yüksek bankamatikleri, erişilemeyen duş,banyo ve klozetleriyle, dev gibi kaldırımları, eşikleri, çıkıntılarıyla, başkalarıyla yaşam alanı bırakmayan STANDARTLARIYLA, sağlam bedeni kutsallaştıran mağrurluklarıyla, “normal” değerlerin üstünlüğüyle, çoğunluğun tanklarıyla bir dünya kurdular.
“Sakat”lığı biyolojik ve iyileştirilmesi gereken bir olgu gibi görenler, aydınlıkta önümüzü kesip belleklerimize kurşun döktüler…
Tarihin arka sokaklarında öldürülmesi gereken leş kargalarıydık biz… Derece bakımından üstündüler ne de olsa… Bariyerler koydular varlığımıza… Demir çubuklarla saldırdılar bedenimize… Pasla doluydu düşünceleri… Köşklerini dil, din, ırk, etnik köken, kültürel, sosyal ve biyolojik ayrımlarla çevreleyip insanın önüne korkuluklar koydular…
Siyasilerin ağızlarında çiğnenen sakız olduk bazen… Parti programlarında engellilerle ilgili yapacakları vardı. İçimiz aydınlık bir deniz… Şeytanın bacağını kıracağız sonunda ha! Yine sürgünlerdeydik… Söz vardı icraat yoktu… Genelge vardı denetim yoktu.
2005 yılında “Özürlüler Yasası” çıktı. Alt yapının engellilere uygun duruma getirilmesi için 7 Temmuz 2012’ye kadar süre verildi. Ne politikacılar ne bürokratlar önemsedi yasayı… Çünkü, bu ülkede yasaların uygulanmaması çok normaldi… Çünkü, bu ülkede politikacıların söz verip sözünü tutmaması gayet olağandı…
Sözün kısası, çevreye ve mekana ulaşabilirlik sağlanamadı. Yine sürgünlerdeydik. Dediklerine göre, 7 Temmuz 2012’de dolacak olan süre 3 yıl daha uzatılacakmış. Ne şaşkınlık vardı gözbebeklerimde ne de belleğimde… Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Gözlerim faltaşı gibi açıldı Özürlüler Yasası’ndaki erişilebilirlikle ilgili sürenin uzatılmasına tepkileri görünce…
Bunun böyle olacağını politikacılar, bürokratlar bildiği kadar sivil toplum örgütlerinin yöneticileri ve engelliler de biliyordu. Çevrenize bir bakın bakalım. Neresi engelliler için uygun duruma getirildi? Standartlara uymayan göstermelik çevre düzenlemeleri yapılıp şov gösterileri sunulmuyor mu? Tüm bunları görmeyecek kadar kavrayış ve algı gücümüzü mü yitirdik yoksa? Sanmam. Mevcut yedi yıl içinde bu yasanın getirdiklerini savsaklayanlar, yalnızca siyasiler ve bürokratlar mıydı? Modern dilencilik ya da sadaka anlayışıyla onurlu bir yaşam kurulduğu nerde görülmüştü!.. Bu yasanın uygulanmasında sivil toplum örgütlerinin iktidar üzerinde baskı grubu olmaması yanında kendi sorunlarının çözümü konusunda duyarlılık göstermeyen her bir engellinin ayrı ayrı payı vardı. Engelli sorunları, kahvehane kültürüyle çözülmezdi. Bireysel bilinçte yaşayıp kişilerle uğraşan ve işleri güçleri dedikodu olanlarla hiç çözülmezdi.
Ne zaman engellilerle ilgili sivil toplum örgütlerine yolum düşse, Çehov’un, Tolstoy’un, Gorki’nin, Dostoyevski’nin yarattığı kahramanları anımsarım. Rus yazarlarına hayranlığım bir kat daha artar.
Kendi çıkarları için ikiyüzlü davrananlar… Ağzından yalakalık akan şiş göbekli beyler… Yöneticilik koltuğuna yapışıp kalmış kravatlı erkekler… Delege olamadığı için karın ağrısı olanlar… Yapmacık tavırlar… Yöneticilik özelliğini yeni bir oluşum içindeki bir partinin yükselen eğiliminde değerlendirmek isteyenler… Birbirlerinden nefret eden ama çıkarları uğruna birbirlerine şirin gözükmeye çalışanlar… Demokrasiden söz edip kendini sağlama almak için “kul olacak” yönetici arayan başkanlar… Kendisinden üst mevkide olanların arkasından palavra atanlar… Ama yüz yüze gelince onların önünde köle olacak kadar eğilenler…
Kısacası bir çürümüşlük…
Evet, bu insanları tanıyorum ben… Nerden mi? Romanlardan, öykülerden…
Nasıl ki, hepimizin içinde bir Oblomov varsa, belki de, o insanlardaki niteliklerin bazıları da biz de vardı…
STÖ’lerinde gördüklerim bu toplumun bir aynasıydı… Bana yabancı değildi…
Bu yozlaşmayı görmemek için kör olmak gerekirdi. Biz insanı insan olmak yönünde dönüştürmeyi başaramadık… İnsan olma sorunu her yerde önümüze çıkıyordı. Ailede, okulda, işyerinde, dernekte…
Özürlüler Yasası’nın üzerinden koskoca yedi yıl geçmiş… Ağaçlar sararmış, yapraklar dökülmüş… Gökyüzü çırpınmış, toprak meyve vermiş… Gün açmış, bulut derin derin solumuş… Koskoca yedi yıl geçmiş… Doğa bile değişip dönüşürken bizler, bu tembellik ve uyuşuklukla daha çok yedi yıllar deviririz… Ne ulaşılabilirlik, ne şehirsel özgürlük ne de çağdaş bir mekan!..Özgürlüğü seçmene gerek yok!.. Özgürüz!… İçimizde bir Oblomov!…