Her Şeyin Teorisi:Birliğe Atılım

Bir partide herkes eğlenip dans ederken, dans etmeyi değil, gözlemlemeyi tercih eden, erkeklerin gömleklerinin önüyle papyonlarının niçin kadınların elbiselerinden daha fazla parladığını sorgulayan bir insana aşık olur muydunuz? Uzayın, zamanın, evrenin sırlarını kendine iş edinmiş biriyle yaşam renkli mi olurdu, sıkıcı mı? Varoluşun gizemi içinde aşk kaç boyutludur? Her şeyin bir denklemi varsa, aşkın denklemi nedir?

Ünlü fizikçi ve bilim insanı Stephen Hawking’in yaşamını anlatan Her Şeyin Teorisi (The Theory of Everything) filmini izlediğinizde tüm bunları sorgularken buluyorsunuz kendinizi.

Yönetmenliğini James Marsh’ın yaptığı filmde Hawking’i Eddie Redmayne, karısını Felicity Jones canlandırıyor. Redmayne, bu filmdeki performansıyla göz dolduruyor. Gerçekten de, kendisine 2015 yılı Oscar töreninde verilen en iyi erkek oyuncu ödülünü hak etmiş gözüküyor.

Ying-Yang

Film, Hawking’in öğrencilik yıllarını ve Jane’le tanışmasını anlatarak başlıyor. Hawking fizik eğitimi almakta ve Cambridge’de okumaktadır. Tâ o yıllarda evrenin sırlarını keşfetmeyi kafasına koymuştur. Bu dünyaya niçin geldik, nereye gidiyoruz gibi sorular kafasının içinde dönüp durmaktadır. Bilime ve araştırmaya meraklıdır. Uzayla zamanın birlikteliği konusunda incelemeler yapmak istemektedir.

Boşluğu, uzayı, atomların dünyasını kafasında evirip çeviren Stephen ateisttir. Üniversitede sosyal bilimler okuyan Jane ise inançlıdır. Zıt kutuplar birbirini çeker derler ya! Onların hikayesi de öyledir. Aşk harekettir… Aşk enerjidir… Aşk neşedir… Birbirinin tersi iki insanın delicesine birbirlerine aşık olması evrenin bir kuralı değil midir? Tıpkı Ying Yang gibi… İki karşıt kişilik, birbirinden ayrılamazlar, birbirleriyle bütünleşirler…

Böylece uzay boşluğunda negatif ve pozitif parçacıkların birbirleriyle çarpışması gibi her ikisinin hayatı bir noktada keşisir. Bu arada Stephen’de ALS hastalığının belirtileri görülür. Kaslarının zayıflaması yüzünden bedenine söz geçiremez duruma gelir. Doktorlar kendisine iki yıl ömrü kaldığını söylerler. Peki, bu durumda Jane ne yapacaktır? Kaçacak mıdır? Aşk tüm zorlukların üstesinden gelebilecek kadar kutsal bir duygu mudur? Yoksa gelip geçici olduğu için uçucu mudur?

Filmde tüm bunların yanıtlarını bulabiliyorsunuz. Jane, bu hastalık sırasında sevgilisinin yanında olacağına söz verir. Sonunda Jane ve Stephen evlenirler. Ünlü bilim adamı, zamanın başlangıcıyla, kara deliklerle uğraşa dursun, hastalığı ilerledikçe yaşamı güçleşir. Hastalığının bedensel hareketlerini sınırlandırması, günden güne kaslarının erimesi ve günlük gereksinimlerini karşılarken hissettiği çaresizlik olabildiğince beyaz perdeye yansıtılır. İşte o zaman “ lanet olsun sakatlığa” demeden edemiyorsunuz. “Engellilik kötü bir şeydir”, klasik düşüncesine mağlup oluyorsunuz.

Kanımca, sakatlığa odaklanırken tüm engel gruplarını aynı kategoriye koymamalı… Sakatlıkla ilgili marjınal örnekleri genellememeli… Aksi söz konusu olduğunda fiziksel bütünlüğe bir değer engelliliğe negatiflik yüklüyoruz. Bu da “kusurlu/eksik”olanı ötekileştirmeye yol açıyor.

Azim ve kararlılık

Yeniden filme dönecek olursam, Hawking, fizik bilimi için elinden gelen her şeyi yapmaya kararlıdır. Stephen, hastalığının şiddetlenmesiyle tüm hareket kabiliyetini yitirir. Hatta geçirdiği ağır zatürreden sonra konuşamaz duruma gelir. Koltuğuna yerleştirilmiş bir bilgisayar yazıları sese çevirir. Konuşmak istediği an elindeki elektronik alete dokunur. Böylece insanlarla iletişim kurar.

Ancak tüm bunlar onu yıldırmaz. Dünyanın nasıl oluştuğunu bulmaya kararlıdır. Einstein’ın Kuantum ve Görelilik teorilerini birleştirmeye kafa yorar. Çok büyüklerin teorisiyle(yıldızlar, gezegenler) çok küçüklerin kütle çekim gücünün teorisinin(atomların) birleştirilebileceğini kanıtlar. Bu arada kara deliklerin tamamen kara olmadığını, radyasyon yaydıklarını bulur. Bu buluş bilim adına heyecan vericidir. Tüm bunlar, Hawking’i 20. yüzyılın en büyük bilim adamı yapar. Dakikada üç, dört kelimeyle “Zamanın Kısa Tarihi” kitabını yazar. Bu kitap tüm dünyada satış rekorları kırar.

Aşk ve sevgi

Filmde Stephen’in öyle güçlü bir yaşam enerjisi var ki, tüm zorlukları aşma mücadelesine hayran oluyorsunuz. Bence, kendisindeki azim ve kararlılık yanında, filmin en doruk noktası, aşk ve sevgiyle tüm engelleri aşma mantığının gösterilmiş olmasıdır.

Stephen ile Jane aşkı öylesine sarsıcı ve sıradışı ki, belleğiniz bu olağanüstülük karşısında allak bullak oluyor. Jane’nin Stephen’e çocuğu gibi bakması, onu yedirip içirmesi, üstünü başını giydirmesi, bu kadını benzersiz kılıyor…

İşte o zaman aşkın/sevginin hayatın kara delikleri karşısında yenilmeyeceğini görüyorsunuz. Savaşmak… Her ne olursa olsun savaşmak… Hayatta hiçbir sınır yoktur… Her şey ne kadar kötü görünse de… Her zaman bu sınırsızlığın içinde bir olasılık vardır… Onun adı da umuttur…

Evren sınırsızdır… Aşk da öyle değil midir? Kadını/erkeği sınırsız yapmaz mı? Onu benzersiz kılmaz mı? Ne güzel bir birlik… Çiftin içinde teklik… Teklik içinde birlik…

Jane, öylesine fedakar bir kadın ki, 25 yıl boyunca hem çocuklarının hem de kocasının sorumluluğunu alır. İşte o anlarda Jane gözümüzde devleşiyor. Sevginin verdiği haz onun gözlerinden okunur. O mutlulukta bencillik ve riyakarlık yoktur. Yalnızca iyiliğin göz kamaştırıcılığı ve çıkarsızlığı vardır.

Peki, insan yorgun düşüp kendisine haz veren başka birisinin cazibesine kapılamaz mı? Hayatta her şey olabilir. Jane’de kilisede koro şefi Jonathan’a aşık olur ve kocasını aldatır. Yıllar sonra Jane ve Stephen boşanırlar. Jane Jonathan’la, Hawking’de hemşiresiyle evlenir. Film her ikisinin çocukları, torunları ve sevdikleriyle mutlu olduklarının söylenmesiyle biter.

Her şeyin teorisi: Birliğe atılım

Her Şeyin Teorisi, tüm engellere karşı hayatta kalma başarısını anlatıyor. Eğer ben, bir gün her şeyin teorisini yazacak olsaydım, birliğe atılımın teorisini yazardım. Zamanın başlangıcını, evreni, karadeliklerin dışındaki hareketli parlaklığı düşünürken saatleri geriye aldım… Bu düşsellik içinde yarar gözetmeyen aşkın ne kadar da yüce bir şey olduğunu düşündüm… Geceleyin gökyüzündeki ışıl ışıl yıldızlara baktım… Milyonlarca galaksi içinde milyonlarca yıldız ölüyor, her birinin içinde negatif ve pozitif parçacıklar birbirini çekiyor, ayrılıyor, sevileni yaratıyordu.

İyi olan sevilirdi… Hawking fiziksel alanlardaki buluşlarla insanlığa iyilik yapmıştı… Bence o bedenine hapsolmamıştı. Tüm sınırları aşarak düşünceleriyle bilimsel alanda çığır açmıştı… Aslolan buydu.

“Her Şeyin Teorisi”, halen sinemalarda oynuyor. İzlemediyseniz, izleyin. Çok beğeneceksiniz…

Yorum yapın