1917’de (1 Ocak) Akhisar’da doğdu. Babası, Ankara kökenli Çandıroğulları ailesinden, öğretmen Halil Yaşar’dı. Annesi, Erdinç’i dünyaya getirdikten bir yıl sonra veremden öldü. Sonradan, bu kaybın, anasızlığın bilincine varmak, üvey analı kalabalık bir aile ortamında büyümek, çocukluk uykularının çoğunu alan tütüncülük çilesi ve giderek bir yıl da tenekeci çıraklığı, ilkokul öğrencisi Erdinç’i zamanından önce olgunlaştırdı ve yaşamı daha yakından tanımasına yol açtı.
1930’da Balıkesir Öğretmen Okuluna girdi. 1936-37 ders- yılında Afyon’un Sandıklı ilçesinin Ürküt köyünde öğretmenliğe başladı. Buradaki üç çalışma yılı, mesleksel uğraşların dışında, köyü kasıp kavuran bir gerici hocayla savaşım içinde geçti.
Erdinç, 1938-39 ders yılında baba mesleğini bırakarak, sınavını kazandığı Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde öğrenci oldu. Bu bölümde öğretim üyesi olan Sabahattin Ali ile tanıştı. Aynı yıl yazmaya başladığı ilk öykülerinde, onun öğütlerinden çok yararlandı.
Erdinç,konservatuvardaki katı yönetime ve bazı ayrıcalıklara itirazları yüzünden, biraz da geçim sıkıntılarının zorlamasıyla, öğrenimini bırakmak zorunda kaldı. Yeniden mesleğine döndü. Ama arada yedek subaylığını yaptıktan sonra, 1943’te mesleğinden tamamen ayrıldı. Bir süre yapı yerlerinde (taşeron kâtibi ve puantör olarak) çalıştı.
Böylece, daha ilk yazı denemelerinde toplumun tabanındaki insanların yazgısını konu edinen Erdinç, onları köyde, kışlada ve kentte, iş yaşamında yakından tanımış oluyor, gözlem ve izlenimlerini arttırıyordu.
1946’da Ankara’da bir yapı yerinden, sınavını kazandığı devlet radyosuna geçti. Temsil kolunda üç yıl çalıştı. Bu arada Şen Olasın Halep Şehri (İstanbul-1945) adlı şiir kitabından sonra Ankara’da “Seçilmiş Hikâyeler Dergisi” (1948, sayı 8) onun öyküleriyle özel sayı çıkardı.
Başkentte ilerici sanatçıların çevresinde görünmesiyle, bazı dergilerde yayınladığı öyküleriyle zamanın tutucu-gerici çevrelerinin dikkatini çeken Erdinç, 1947’de kendisini devlet başkanına dille hakaret etmiş durumuna düşüren bir çatışma yüzünden tutuklandı ve aklanmayla sonuçlanan yargılaması boyunca (birkaç ay) cezaevinde kaldı. Ankara cezaevinde yazgılarını konu edindiği insanların kimilerini daha yakından tanıma fırsatını buldu.
Cezaevinden çıktıktan sonra da Erdinç dirlik bulamadı. Uyumsuz bir aile yaşamı da bunalımını arttırıyordu. Bu bunaltılar içinde bocalarken, 1948’de çok sevdiği Sabahattin Ali’nin Bulgaristan sınırında öldürülmesi Erdinç’i büyük acılara boğdu. Bu acı olay bir yandan da onu esinledi. Kısa bir süre sonra, 1949 Eylül’ünde, Erdinç, iki arkadaşıyla (Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman) birlikte, gizlice Bulgaristan’a geçti.
Bulgaristan’da Erdinç ve arkadaşlarına politik göçmen olarak sığınma hakkı verildi (1949 Ekim). Böylece, onun, yurt dışında ölümüne kadar sürecek olan göçmenlik dönemi başladı. 1969’da bir kalp krizi geçiren Erdinç, aktif faaliyetlerden çekilme zorunluğuyla, 1971 yılı başında yeniden Bulgaristan’a dönüp yerleşti.
Erdinç, yazınsal çalışmasına yetecek ölçüde Bulgarca, pratik olarak da Almanca ve Rusça öğrendi. 1965’te Bulgaristan vatandaşı, 1973’te Bulgaristan Yazarlar Birliği üyesi oldu.
Yurt dışına çıkışından 1969’a kadar, yapıtları kendi ülkesinde okura ulaşamadı. 1970’li yıllarda Türkiye’deki dergilerin şiir ve öykülerine yer vermesiyle yeniden okur önüne çıktı. Bu yıllardan ölümüne değin kimi yapıtları kitap olarak da yayınlanma fırsatı buldu. Ama bu girişimler süreklilik göstermediği gibi, son yirmi yılda yine kesintiye uğradı. Fahri Erdinç, 1986’da (11 Kasım) Sofya’da öldü.
ÖYKÜYE YÖNELİŞ
“Öyküye yönelmesi bir rastlantı sonucu karşılaştığı Sabahattin Ali’nin özendirmesiyle oluyor. Özyaşamöyküsel romanı, Acı Lokma’da Ankara Konservatuarı Tiyatro Bölümü sınavında Karl Ebert’e çevirmenlik yapan “sarı tel gözlüklü” üye ile elemeli dört günlük sınav bittikten sonra aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatıyor Erdinç”:
“ Birkaç gündür bize orijinal hikayeler anlattın”, dedi.
“Orijinal mi bilmem” dedim. Ben sadece yaşadıklarımı, gördüklerimi, özentisiz, eksiksiz ve katkısız anlatmaya çalıştım.
“Şunları biçimine getirip bir de yazsana.”
“Kalemim de dilim kadar dönseydi kolaydı.”
“Bir dene”
“Denedim.Tutmuyor. Herkes kaşık yapar ama, sapını Sabahattin Ali gibi ortaya getirmek zor. Söz gelişi onun her hikayesi bir Sulfata. Sonra… “
“Tanır mısınız onu?”
“Kitaplarıyla. Kendisini görmedim.”
Çevirmen elimi kavrayıverdi.
“ Benim S.Ali.” dedi.” “ Bundan sonra beraber yazarız. Ben konservatuar’da Prof. Ebert’in asistanıyım. Ankara’ya gelince hemen beni ara.” (1)
Daha sonra, Ankara Konservatuar Tiyatro Bölümü’nde öğrenimine başlayan Erdinç, yazdığı öyküleri Sabahattin Ali’ye okutur. Görüşlerini alır. Bu arada yırtıp attığı çok sayıda öykü olur. Prof. Karl Ebert’e ilişkin yazdığı öykü nedeniyle bir hafta okuldan uzaklaştırma cezası alır. Köy öğretmenliğine geri dönmek için Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur. Afyon’a atanır. Böylece Sabahattin Aliyle kurduğu usta-çırak ilişkisi noktalanır.
Erdinç’in öykücülük serüvenin başlangıç yılına 1945 diyebiliriz. Biraz harçlık arttırma kaygısıyla yazıp okul arkadaşı Ramazan Gökalp Arkın’ın dergisinde “ Simitçi” “5 Kuruşluk Nazarlık” adlı öyküleri, arkasından N.Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu Dergisi’nde “Telgrafçı ve Dikiş” adlı öyküleri yayınlanır. Yayınlanan ilk öyküleriyle dikkati üstüne toplar. “İlhan Tarus 1948 yılında Varlık’ta şunları yazar: “
“İlk devresinde çok verimli olması gereken Fahri Erdinç, biraz ağır gitmekle beraber kendisinden beklenen görüş ve inanışı başarı ile yaşatıyor. “ Kırmızı Ampul” hikayesiyle, Ankara’nın koskoca bir hadiseler alemi olan daireler ve evler çevresini yoklamış. Bize oradan dikkate değer ve tatlı bir manzara sunuyor. Kadın Odacı Safinaz, binlerce benzeri arasında bir temsilci, bir prototip’tir. “
“Atlanmaması ve altı kalın kalın çizilmesi gereken çak daha ilginç bir nokta var burada. Henüz öyküleri kitaplaşmadan öykücülüğü inceleme konusu yapılıyor Erdinç’in.”(2)
“Gerçekten de, Şadırvan’ın 8 Nisan 1949 tarihli 2.sayısında Hikmet Dizdaroğlu’nun “Fahri Erdinç ve Hikayeciliği” başlıklı bir inceleme yayımlanır. Yazı şöyle biter. “
“ Henüz ilk eserini bile vermeyen Fahri Erdinç, hikayeciliğimizde bir aşama olmaya adaydır” (3)
“Fahri Erdinç’in öykülerini ve dolayısıyla da öykücülüğünü kuşatabilmek için biçimlendiği ve soluduğu toplumsal ortamı bilmek gerekir. Öykülerinin konularını, ağırlık verdiği izlekleri, üzerinde durduğu sorunları değerlendirmenin de, onları ele alış biçimini nitelendirmenin de olmazsa olmazı budur! “ (4)
Erdinç, cumhuriyetin ilk kuşakları arasında yer alır. Öğrenimine cumhuriyet çocuğu olarak başlar. Ancak bu dönem Türkiye’de değişim ve dönüşümlerin olduğu bir dönemdir. Dolayısıyla, Erdinç bu dönemi, bir gözlemci olarak değil, etkilerini tüm ruhunda duyumsayarak izler. Erdinç’in ilk öykülerini yayımladığı günlerin Türkiye’si ise şöyledir:
Türkiye 2.Paylaşım Savaşı’nın dışında kalmayı başarmıştır. Ancak savaşa giren ülkelerdeki halk yorgun, yıpranmış ve yoksullaşmıştır. Bunda savaş yılları boyunca, uygulanan ekonomi politikalarının da etkisi vardır. Bu ortamda, karaborsacılık, istifçilik, vurgunculuk gibi yöntemlerle yeni palazlanan bir zenginler kesimi ortaya çıkmıştır. Toprak Reformu’nun dile getirilmesi toprak ağalarını rahatsız eder. İşte bunlarla yeni ortaya çıkan zenginler sınıfı yeni bir iktidar arayışına girer. Bu arada Türkiye yönünü A.B.D.’ne çevirmiştir. CHP içinde ilerici kesim etkisizleştirilmiştir. Ardından da tasfiye edilmiştir. Bu arada temel tercihleri engelleyecek her türlü eğilim sindirilir. Bu baskı politikasından aslan payını da sosyalist sol alır.
Erdinç böyle bir toplumsal ortamda öykü yazmaya çalışırken, öykülerinin konuları ve izlekleri toplumsal sorunlardır. İnsan emeğinin sömürülmesi, savaş yıllarının sıkıntıları, istifçilik, vurgunculuk ve karaborsacılık ile Türkiye’de bir burjuva sınıfının nasıl ortaya çıktığını ve onların gösterişli yaşamlarını ele alır.
İÇERİK
“Öykülerinin bir bölümümde ışıldağını, Cumhuriyet’le birlikte girişilen ve gündelik yaşamı yeniden biçimlendirmeyi amaçlayan köktenci değişiklerin insansal düzlemdeki yansıları üzerinde tutuyor Fahri Erdinç. Değişime ayak uydurma-değişime ayak uyduramama bağlamında konuya yaklaştığı bu öykülerinde, odak, değişime ayak uyduramayanların içerisine düştükleri dramdır. ( “Fes” ve “Kırmızı Ampul”)”
“Öykülerinin bir bölümünde ışıldağını “mahpushane gerçeği üzerinde tutuyor Erdinç. “ Dağılın, ağzını tıkayacağız (İstida), Bas ulen (…)dürzü, çok ekşime alırım ayağımın altına şimdi, yürü! (Devrek No.1) … gibi “ıstılahlar”la örülü bir dille konuşan başgardiyan ve gardiyanlar; “gülmeyi unutmuş yüz”lü, tutukluları “köpeğe bakar gibi süz”en, “avucunu surat(lar)ına bastırarak itiver”en (Ayçiçeği), yakınmaları “omuz silker”ek karşılayan ( İstida) müdürler; şikayetleri “cigara paketinin arkasına yaz”makla yetinen savcılar… “ (5) Erdinç, çok güç koşullarda yaşama savaşı veren tutuklular ve içlerinde bulundukları ortamı, yapıyı ve işleyişi anlatır.
Bunun yanısıra, emeklililerin sıkıntılarını Dikiş, Resmi Geçit, onların içlerine düştüğü boşlukları da Telgrafçı ve İstiridye Kabuğu‘nda anlatır.
“Öykülerinin bir bölümünde, ışıldağını, okuduğu kitaplarda anlatılanların bile tasasına düşecek ölçüde (“Yalan”) sorunlara duyarlı, ancak onların nasıl değiştirileceğine ilişkin herhangi bir görüşü olmayan ve çözümü düşlere sığınmakta bulan; bir sokak yosmasının ilgisine değişik anlamlar yükleyecek ölçüde yaşam acemisi (“On Kağıt”), “okur yazar”ların kalabalık içindeki yalnızlığına (“Allah Yapısı”) tutuyor Erdinç. “
“Öykülerinin bir bölümünde dibe vurmuş; yaşamlarını bedenlerini satarak ( “On Kağıt”), mezar soyarak (“Allah Yapısı”) dilenerek( “Rüşvet”) kazanmaya çalışanları, kendilerine ve çevrelerine bakışlarını da atlamadan, konu edinip anlatıyor. “ (6)
“Öykülerinin bir bölümünde yoksulluk nedeniyle koşup oynayacak çağdaki çocukların ansızın büyümek zorunda kalmaları (“Hamurkar Süleyman”) işe koşulmaları ve çocuk emeği sömürüsünü anlatıyor. “ ( “Yeşil Banknot”, “İmar”)
“Öykülerinin bir bölümünde yasaların soluğunu duyuramadığı kırsal kesimde ağa ( “İğde Çiçekleri”) ve “imam”ın (“İftira”) toplumsal yaşamda belirleyici ağırlıklarını ele alıyor. Kırsal kesimde ağa ve imam’ın toplumsal yaşamdaki belirleyici ağırlıklarını ele alıyor.”
“Öykülerin bir bölümünde emekçilerin, yoksulların dünyasından kesitler sunuyor. (“Afili, Resmigeçit, Rüşvet”) “ (7)
Yine kimi öykülerinde, ay sonunu getiremeyen, ekmek teknesini borçlanarak yürütmeye çalışan küçük memurların dünyasından kesitler sunar. ( On Kağıt, Yalan, Destur ya Sefalet, Felek Yar Olmadı) Sağlık sektörünün ticarileştirilmesinin sonuçları, ilaç karaborsası, sağlık hizmetlerinin yetersizliği , besleme gerçeği, amele pazarları, çocuğun cinsel sömürüsü ele aldığı diğer konulardır.
“Görüldüğü gibi, Erdinç’in biçimlendiği ve soluduğu toplumsal ortamla öykülerinin içeriği arasında uyum vardır. Üstyapısal değişimlerin insani düzlemdeki yansılarına; yasaların henüz giremediği kırsal kesimdeki ağa-hoca bağlaşıklığı ve baskısına, 2.Paylaşım Savaşı yılları boyunca uygulanan ekonomik politikaların iyice yoksullaştırdığı geniş kesimin sıkıntılarına; istifçilik ve vurgunculuğun halk katmanları arasında yol açtığı yıkımlara; suçlu üreten toprakla cezalandırma yöntemleri arasındaki ters orantılı ilişkiye… dikkat çekiyor. Bu açıdan bakıldığında Fahri Erdinç’in gerçeklik kaygısı güden, gerçekçi bir öykücü olduğu görülüyor.” (8)
GERÇEKÇİLİĞİ
“Biçimlendiği ve soluduğu ortamla ele aldığı konular, işlediği izlekler, kullandığı örgeler arasındaki uyumun dışında, öykülerinin gerçeklikten yola çıkarak oluşturduğunun bir de dolaysız göstergesi var. Öykülerinde anlattıklarının bir bölümünü özyaşamöyküsel romanı Acı Lokma’da yer vermesi. “ (9) Öykülerindeki kimi karakterler, Acı Lokma’nın değişik bölümlerinde karşımıza çıkar.
“Erdinç’in gerçekçilik anlayışını nitelendirmek için sunduğu şu iki ipucunu dikkate almak ve değerlendirmek gerekiyor. “
“ Bugünü bütün kıymet hükümleriyle yarına bildirmek, eli kalem tutanların ödevidir. O halde bu ihbarı veresiye bir mektupla baştan savmak değil, kıymetli ve taahhütlü olarak postalamak lazım ve eserlerimizde ekseriye karamsar görünen hava, realiteye sadakatimize ve samimiyetimize bağışlanmalıdır.”
“Fahri Erdinç, “sadakat”le , olanın olduğu ( bugünün bütün kıymet hükümleriyle yarına bildirmek) gibi sunulmasını amaçlıyor. Olan’ın güzelleştirilerek sunulmasına da, olması gereken açısından zorlanarak ( ülküleştirilmesine) sunulmasına da karşı çıkıyor. Ama olanı olması gerekene eriştirecek yollar üzerinde de durmuyor. Bu da, öykücülüğünün Türkiye dönemi’nde eleştirel gerçekçiliğin sınır boylarında kaynaklanmasına yol açıyor. Altını çizdiği ve doğal karşılanması gerektiğini vurguladığı karamsarlık da, gerçekliğe bağlılık ve samimiyetten çok buradan kaynaklanıyor. “(10)
“Bununla birlikte Erdinç’in öykülerinin bağışlanmayı dileyecek ölçüde karamsar ve ışıktan yoksun olmadıklarını belirtmek gerekiyor. Ayrımında olsun, olması öykülerinde insani değerler ekseninde geliştirilmeye çalışılan bir seçenek var. “Devrek No 1” de sıcak bir çay isteyen “ince hastalıklı” yazgıdaşın isteğini karşılamak için özveride bulunan, mahpusların dili ile söyleyelim bir “bolçevik”tir. “Ayçiçeği”nde “zerdali çekirdeği” yutarak çakır keyif olan Bekir, tutukevinin olanaksızlıklarla örülü, insanlık dışı yaşam koşullarında, “birkaç duvar sarmaşığıyla ile bir kök ayçiçeği” yetiştirecek ve onları cehennemde(…) iki kök bahar olarak niteleyecektir. “
“En önemli gösterge ise, onca iç karatıcı olaya zaman zaman tanık, çokluk da yan olan, anlatıcının anlattıkları altında ezilmemesidir.” (10) Örneğin, “Yalan“ adlı öyküde yoksul çocuk, yumruk yemekten, yumruk atmaya fırsat bulamaz. “Yeşil Bankont”ta parasız yatılı sınavını kazanamadığı için bir çocuk tenekeci çıraklığına verilir. “Destur ya Sefalet”te memurlar, aylığını zamanında alamaz. Hatta çok gerekli durumlarda bir lira bile borç verecek durumda değildirler. On Kağıt, Resmigeçit öykülerindeki insanlar ise işsizdir. Ancak anlatıcı tüm bu anlattıklarının altında ezilmez, iyimserliğini korur.”
ÖYKÜCÜLÜĞÜ
“Erdinç’in öykülerinin ortak bir özelliği var. Çok azı dışında, öykülenenler, bir anlatıcı aracılığıyla dile getiriliyor. Ama bu anlatıcı, yazarın anlatmak istediklerini seçip anlatan, kamera gibi çalışan, anlatıyı düzenlemek olan bir kişi değildir. Başka bir deyişle, Erdinç’in anlatıcısı gözlediklerini, tanık olduklarını aktarmakla yetinen; onların dışında, onlardan etkilenmeyen ya da etkileniyorsa bile nasıl etkilendiği gösterilmeyen kişi değildir. Tam karşıtı, olup bitenlerden etkilenen, etkilendiği kadar etkileyendir de. Dolayısıyla da Erdinç’in anlatıcısı yalnızca anlatan değil, aynı zamanda öykü kişilerinden biridir de. Ancak bu anlatıcı, başkalarının yazgılarını, kendi yazgısını aktarmakta araç olarak kullanan değil, yazgısını onlarınınkinin içinde eritendir de. Erdinç’in öykücülüğünün Türkiye döneminin karakteristiği budur. Henüz ilk yapıtını bile vermemiş olmasına karşın, öykücülüğümüzde bir aşama olmaya aday olarak karşılanmasının gerisinde yatan en önemli neden de budur. “ (11)
“Fahri Erdinç, anlatıcısını konumuyla uyumlu, kitabilikten uzak bir dille konuşturuyor.Gündelik dilin kalıp sözlerinden geniş ölçüde yararlanılarak kurulan bu dil, öykülerine duyumsanabilir bir içtenlik ve sıcaklık katıyor. Bu dil de, “adı batsın”, “ahım şahım”, “ayıp değil a”, “laf anlayan beri gelsin” gibi kalıp sözler cirit atıyor. Öte yandan Erdinç, onlardan kişilerini çizmekte bir olanak olarak da yararlanıyor. “ (12) Örneğin, Ayçiçeği”nde, Bekir’in yoksulluğu, “dünya yansa hasırı yoktu”, Fes adlı öyküsünde, Saatçi Ali’nin inatçılığı, “Nuh deyip de peygamber demeyen soyundan”, İğde Ççekleri”nde Muttalip’in kimsesizliği, “kendi ipi kendi üstünde olarak yaşıyor” gibi cümlelerle anlatılıyor.
“Eklemek gerekiyor: Fahri Erdinç’in kurduğu dil, yer yer, son derece özgün buluşlara yaslanıyor: “Yeşil erik çiğniyormuşçasına buruşarak gülüyordu.“ (Fes); “Kuş kafası serpileyen kar” (Allah Yapısı), “ Göz yuman közler” (Devrek No.1), “Yumurtlayan tavuklara ibret bir sessizlik”(İstida), “Bir alfabe çocuğunun elinden çıkmış soru işareti gibi eğri büğrü” (Dikiş) gibi cümleler… “(13)
Öte yandan Fahri Erdinç’in biçem denemelerine giriştiğini de görüyoruz. Bu kümeye giren öykülerinde, Osmanlı nesrinden, söylence masal dilinden yararlanmayı deniyor. Örneğin, Evliya Çelebi ile Hasbıhal, İğde Çiçekleri’nde olduğu gibi.
Şimdi Destur ya Sefalet (14) öyküsüne bir bakalım. Öykü tekil örgeyle başlar. Resmi bir kurumda memur olan anlatıcımız, bu öyküde kendisiyle birlikte arkadaşının başından geçenleri okura aktarır.
Anlatıcımızın, her fırsatta bir fıkra anlatan arkadaşı yokluk içindedir. Hatta ısınma gereksinimlerini konu-komşudan kömür isteyerek giderirler. Ancak bunu yaparken utanç içinde kalırlar. En sonunda kömür parasını binbir güçlükle biriktirirler. Bu kez kömür sırasına girmek zorunda kalırlar. Bu arada anlatıcımızın arkadaşının karısı, işten çıkartılmış, çocuğu ise hastadır.
Aslında öykü kahramanımızın durumu arkadaşından pek farklı değildir. Devlet aylıkları geç ödemektedir. Bu durum fırsatçıların işine yarar. Toplumda tefeciler başgösterir.
Çaresizlik içinde her iki arkadaş ne yapacaklarını düşünürler. En sonunda akıllarına bir fikir gelir. Ne yapıp edip anlatıcımız bir lira, arkadaşı ise çuval bulacaktır. Sonra da Yenişehir’de oturan tanıdıklarına gidecekler, ödünç kömür alacaklardır. Arkadaşı çuval bulmak için daireden çıkar. Anlatıcımız da tüm dairede bir lira aramaya koyulur.
Sonunda parayı ve çuvalı bulup yola düşerler. Bu arada enstitüden kızlar dağılmıştır. Otobüs duraklarında birbirine sokulmuş çiftler, üniversitenin önünde bir kalabalık vardır. Gündemdeki tartışma “ dünya devleti kurulabilir mi, kurulamaz mı” tartışmasıdır. Anlatıcımız bu konudan arkadaşına söz edecek olur. Arkadaşı ilgilenmez. Kömürlerin müslümanca dağıtılıp dağıtılmayacağı konusunun günün tartışması olması gerektiğini söyler. Sonra da, çuvalı nasıl bulduğunu anlatır. Önce mahalle bakkalına gitmiştir. Bakkal çuval için on lira depozite istemiştir. Daha sonra fırıncıya giderek “ bir yerde ucuz fasulye bulduk, konu komşu paylaşacağız “ diyerek onu kandırıp, bir çuval almayı başarmıştır.
Bu arada her iki arkadaş, Yenişehir’deki tanıdıklarının evine gelip bir çuval kömürü alırlar. Taksi aramak için çuvalı apartmanın kapısına bırakırlar. Taksici gidecekleri yere kadar yüzelli kuruş ister. Paraları çıkışmaz. Elli kuruş yerine nüfus kağıdını verirler. Apartmanın önüne gelince, kömür çuvalının çalındığını görürler. Durumlarına hayıflansalar da, yeniden bir çuval bulup kömür almak gerekmektedir. Ancak arkadaşı, “almam da almam “diyerek inat eder. Ağlayarak :” Bırak ölürse ölsün çocuğum, bari Allahın kömür defterine şehit yazılır” der. Taksine binip evlerinin önüne gelirler. Taksi sürücüsü bir lirayla, nüfus kağıdını anlatıcımıza verir.
Fahri Erdinç, bu öyküde İkinci Paylaşım Savaşı boyunca hükümetin uyguladığı ekonomik politikaların yoksullaştırdığı memurların yaşamlarından kesitler sunar. Yukarıda anlatılanlardan gördüğümüze göre, o yıllarda devletin kömür dağıtımı üstlendiğini, ancak dağıtımın sistemli yapılmadığını ve bürokrasi çarkına takıldığını görmekteyiz. Bu dönemde başkalarından sırtından geçinen tefecilik artmış, yoksulluk içinde yaşayan memurlar ise, bu durumu kanıksamışlardır. Savaş koşullarından dolayı yakacak maddelerinden biri olan kömür gereksinmesi giderilemez. Bu ise, kömürü daha değerli kılar. Halktan kimileri, ısınma gereksinmesini karşılamak için onu bir başkasından çalmak zorunda kalır. Böyle bir ortamda, çuvalı bile depoziteyle veren küçük esnaf arasında fırsatçılık gelişir. Ancak, bu arada ceplerinde bir lira bile borç verecek parası olmayan memurlar arasında bir güven, komşular ve tanıdıklar arasında da bir dayanışma sözkonusudur. Öte yandan, öyküde insani değerlerin yok olmadığını da görürüz. Taksici, anlatıcıyla arkadaşının dramına tanık olur. Elli kuruş borç yerine aldığı nüfus kağıdıyla birlikte bir lirayı da geri verir. Memurlar her ne kadar yoksulluk ve temel gereksinmelerin yokluğundan şikayet de etseler, kendi yaşamlarını alaya alarak bu koşullara direnmeye çalışırlar.
Öyküye teknik olarak bakarsak şunları söyleyebiliriz: Destur ya Sefalet tekil örgeyle başlamıştır. Öyküde birinci tekil anlatım olduğu gibi öykü düz kurguyla ilerler. Bunun yanı sıra, öyküde nesnel bir çatışkı vardır. Şöyle ki: Memurların, sözkonusu bürokrasi anlayışıyla, hükümetçe uygulanan ekonomi politikalarıyla çatıştığını görmekteyiz.
Bu arada öyküde kömür itici nesnedir. Memurları para ve çuval bulmaya doğru iter. Çuval gösteren nesnedir. Mahalle bakkalının fırsatçılığını ve fırıncının çıkarcılığını gösterir. Yine bir lira da gösteren nesnedir. Taksicinin yardımseverliğini okura gösterir.
Öyküye bir fıkrayla giriş yapılmış, yine öykünün sonu bir fıkraya bağlanarak bitirilmiştir. Böylece, fıkraların da, yaşamdan çıkıp yaşama yansıdığı gösterilmiştir.
Öyküdeki dil oldukça yalındır. Konuşma diliyle yazılmıştır. Bu arada toplumsal çelişkiler mizahi bir dille okura sunulmuştur. Yazar, o dönemin Türkiye’sinde savaş yılları boyunca uygulanan ekonomi politikalarının sonucu olarak memurların yoksullaştırmasını eleştirir. Öte yandan, ısınmak gibi çok temel bir gereksinimler karşılanamadığında, bu gereksinmelerini karşılamak için bireylerin nasıl hırsızlığa itildikleri de gösterilir.
Kaynakça:
1) Mehmet Ergün, Fahri Erdinç’in Öykücülüğünün Türkiye Dönemi, 2009, Destur ya Sefalet, İstanbul, Yordam Kitap, s.15
2) s.17
3) s.18
4) s.19
5) s.23
6) s.24
7) s.25
8) s.25
9) s.26
10) s.28
11) s.30
12) s.31
13) s.31
14) Fahri Erdinç, Destur ya Sefalet, 2009, İstanbul, Yordam Kitap, s.57