Ortaçağ’da engellilerin konumu
Ortaçağ’ın başlangıcı ve bitişi konusunda farklı görüşler var. Büyük Larousse’de, “ Avrupa tarihinde geleneksel olarak, son Batı Roma İmparatorluğu’nun düşüşü (476) ile kimilerine göre İstanbul’un Türklerce fethi(1453), kimilerine göre ise Amerika’nın keşfi(1492) arasına yerleştirilen dönem” (1) olarak adlandırılıyor.
“Ortaçağ uygarlığının belirgin özelliği, siyasal düzeyde kamu kavramının zayıflaması yanında, otoritenin de iyice bölünmüş olması, toplumsal iktisadi düzeydeyse, tarıma dayalı bir ekonomi ve tek gerçek zenginlik kaynağı olan toprağı elinde bulunduran bir asker soylular sınıfı ve toprağı işleyen, köleleştirilmiş bir köylü sınıfından oluşan toplum; düşünce düzeyinde de, dinsel inanca dayalı ve inancın dile getirilmesinde yalnızca Kilise mensuplarına söz hakkı tanıyan bir sistemdir.” (2)
Çok kabaca tanımladığımız bu toplumsal yapının içinde engellilerin konumu nasıldı dersiniz? Ortaçağ’da da engelliler büyük zorluklarla karşılaşıyorlardı. Bunun çeşitli nedenleri vardı. “Ortaçağ’da zihinsel yeti kaybı, akıl hastalığı, körlük ve epilepsi de dahil olmak üzere bir çok sakatlığın doğaüstü ya da demonolojik nedeni olduğu düşünülüyordu. Epilepsinin nedeninin şeytan olduğuna inanılıyordu.” (3)
Sakatlık doğaüstü güçlere ya da hurafelere bağlanırken, kimi engelliler de bu yüzden öldürülüyordu. Çünkü içlerine şeytan girmişti. Böylece şeytanın da ortadan kaldırılacağı düşünülüyordu. Genelde zeka engelliler ‘’ deli ‘’ olarak adlandırılıyordu. Ancak bunların bir kısmından da özel durumları yüzünden korkuluyordu. Çünkü az da olsa kutsal varlıklar olarak görülüyorlardı.
Bunun yanı sıra, Ortaçağ Avrupa’sında bilimi ve adaleti savunanlar, cadılıkla suçlanıp işkence gördü, diri diri yakıldı. “Cadılara zulmetmeye olan ilgi yavaş yavaş gelişti ve 1450’de başlayan çılgınlıkla sonuçlandı. Ortaçağ’da ilk kafirlik infazları 1022’de Fransa’da yaşandı ve sonrasında cadı denerek infaz edildi. Mezalimin başını genellikle Katolik Kilisesi çekiyordu.”(4) Cadı olarak ilan edilip öldürülenler arasında engelliler de vardı. Bunlar özellikle akıl hastaları ve zeka engellilerdi. Psikiyatrlar bile cadılığı akıl hastalığının belirtisi olarak görüyordu. Üstelik çok zalimce öldürülmelerinde hiçbir sakınca yoktu!
Ortaçağ’da kimi tarihçiler, engellilerle ilgili bu olumsuz tutumların dışında farklı davranışların da olduğunu söylemektedirler. O dönemde az da olsa tıp insanları ampirik akılcılığı benimser. Akıl hastalığı gibi rahatsızlıkları açıklarken demonolojik nedenlerden söz etmezler. Hatta kimi insani tutumlardan söz ederler. Örneğin Rosen, “sakat kişilere karşı olumlu ya da en azından sıcak tavırlara dair kanıtların bazı kentlerin epilepsili ve akıl hastası kişilerin şifa bulmak üzere dini mekanlara gitmelerini sağladığını işaret eder. “(5)
“M.S. 4. yüzyıldan 6 yüzyıla kadar bugünkü Türkiye, Suriye ve Fransa’da kör insanlar için manastırlardan esin alan imarethaneler kuruldu. Bu imarethaneler sakat kişiler için, mevcut dinlerin kapalı bölgeleri içinde birer vaha işlevi görüyordu.”(6) Bu kurumlarda körlerin dışında zeka geriliği olanların da bakımı yapılıyordu.
Kimi araştırmacılar ise engellileri bir yere kapatma ve ıslah etme yolunu şu biçimde değerlendirmektedir. “Bu kapatmanın amacı sakatları tedavi etmek değil, aksine dış görünüşleriyle insanlar üzerinde olumsuz etki yarattıklarına inanıldığı için toplumdan uzak bir ortamda tutmaya çalışmaktır. Bu amaçla kurulan ilk hastane 330 yılında Konstantinapolis’te açılmıştır. Tarihte sakatlardan da önce akıl hastaları ve cüzamlılar toplumdan dışlanmak üzere bir yere kapatılmışlardır. Yerleşik konumdan günümüze kadar cüzamlıları bir yere kapatma düşüncesi süregelmiştir. Fransa’da cüzamlıları toplayıp barındıran birçok kurum vardı(miskinhaneler), ama bunların amacı cüzamlıları tedavi etmekten çok, belli bir yerde toplamaktı. 1800’lerde bir Alman profesör “ Sakatlara ve görünüşleriyle iç bulantısı yaratan kişilere acımak, onların bahçesi bulanan ve dışarı çıkmaları kesinlikle yasaklanan bir yerde toplayarak bakımlarını yapmakla sınırlı kalmalıdır. Bu zavallılar toplumdan uzak tutulmalıdır. Çünkü, toplum üzerinde çok kötü etkiler bırakır” diye düşünmekteydi. “(7)
Bunun yanı sıra, bu dönemlerde engellilere acıma duygusuyla yaklaşıldığını ve dini inançların etkisiyle bir “yardımseverlik” anlayışının var olduğunu görüyoruz. “15. yüzyıla kadar olan dönemde sakatlara yardım edilmesi dinsel bir görev olarak kabullenilip bu alan, işlenen günahlardan dolayı ölümden sonra Tanrı’nın insanlara vereceği cezalardan kurtulmanın yolu olarak istismara açılmış ve hayırseverlik işlerinden kiliseler ve loncalar sorumlu tutulmuştur. Bu anlayış kilisenin ve dini kurumların toplumsal yaşam üzerindeki etkisiyle sakatlar için manastırlar içinde özel koruma alanları kurulmasına yol açmıştır. “ (8)
Bu arada sakatlıkla yoksulluk arasındaki ilişkiye bakmak yararlı olacaktır. Çünkü, “Ortaçağ’da yoksulluk ve sakatlık arasındaki ilişki kayda değerdir. Kötü beslenme ve bulaşıcı hastalıklar sık sık görülüyordu. Bunun kuşkusuz yeti yitimi oranlarının yüksek olmasında önemli rolü vardı, ayrıca bu durum onları yaşadıkları topluluklarda son derece görünür kılıyordu.” (9)
13. yüzyılda Avrupa’da halkın %5’i vergi veremeyecek kadar yoksuldu. Hem yoksul hem de sakatsanız toplum üzerinde bir yüktünüz. Bu aşamada yoksul sakatlar, dilencilik yaparak geçimlerini sağlıyorlardı. Ama bu topluluklar, Ortaçağ’ın başlarında dilencilikle damgalanmıyordu. Çünkü yoksulluk yaşamın doğal bir parçası olarak görülüyordu. Zenginler için yoksula sadaka vermek bir iyilikti. Bu da çok normaldi. Daha sonraları ise, kimi tarikatlar sözü geçen toplulukları topluca dilendirme yolunu seçti. Çünkü bu İncil’in ruhuna uygundu. Ayrıca bu dönemde sakatların sakatlıklarına ilişkin şifayı, din adamlarının mezarlarında araması da ilgi çekicidir.
Sevgili okur dostum! Görüldüğü gibi Ortaçağ Avrupa’sında engellilerin konumu çeşitlilik göstermektedir. Toplum sakatlığın nedenini ya doğaüstü güçlere bağlar ya da hurafeleri inanır. Sonra engellileri damgalar, suçlar, canlarına kıyar, evrenden koparır onları. Kimi tarihçilere göre, engellilerin bakımı ve tedavisi için imarethaneler açılır. Kimilerine göre de engellilerin dış görünüşünden rahatsız olunur. Sonra da kurum denilen yerlere hapsedilirler.
Nasıl ki Ortaçağ Avrupa’sında engelliler, toplumun en yoksul kesimi ise bugün de öyleler. Pek de değişen bir şey yok. Doğum sırasında ya da sonrasında oluşan travmalar, tedavi eksikliği, bulaşıcı hastalıklar, yetersiz beslenme v.b. gibi nedenler en çok yoksul kesimi etkilemektedir. Yoksulluk sakatlanmaların bir nedeni olurken sakatlık da bireyin daha da yoksullaşmasına yol açmaktadır. Ortaçağ Avrupa’sında sakat bireylerin toplumun üzerine bir yük olduğu inancı yaygınsa bugün de kimi ideologlar ile ekonomistler aynı görüşü savunmaktadırlar. En önemlisi yaşama koşulları engellilere göre düzenlenmediği için bugün çoğu engelli ailesine bağımlı yaşamaktadır.
Bugün engellilerin “doğal dilenci” olarak görülmelerinin bir nedeni de, engellilerle dilenciliğin özdeşleşmiş olmasıdır. Bu bakış açısının günümüze kadar pek de değişmeden gelmiş olması düşündürücüdür. Ancak yadsınamayacak bir gerçek var. Hangi dönemde olursak olalım engelliler o toplumun parçasıdır.
Şunu içtenlikle söylüyorum. Bizler hayatta kalmak için hiç kimsenin yardımına gereksinim duymadan yaşamak istiyoruz. Sadaka değil, çalışarak, üreterek kendi paramızı kendimiz kazanmak istiyoruz. Toplumun vicdanını temizleme nesnesi olmak istemiyoruz. Her insan gibi bir birey olarak kısıtlanmadan, özgürce yaşamak istiyoruz.
Dipnotlar:
1) Büyük Larousse, İnterpress Basın ve Yayıncılık, İstanbul, 1986, 17.cilt, s.8901
2) a.g.e. 8901
3) Sakatlık Çalışmaları, Derleyenler: D.Bezmez, S.Yardımcı, Y.Şentürk, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.110
4) a.g.e. 110
5) a.g.e. 111
6) a.g.e. 110
7) Mağdule Demircioğlu, Sakat Emeği, Kibele Yayınları, İstanbul, 2010, s. 62
8) a .g.e. 63
9) Sakatlık Çalışmaları, Derleyenler: D.Bezmez, S.Yardımcı, Y.Şentürk, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.111