Geçen gün sokakta özel çocukları olan bir anneye rastgeldim. Üç yıl önce onunla ve kızlarıyla tatile gitmiştim. Adını AKKADIN koymuştum. Çünkü, adının anlamı gibi yüreği de tertemizdi. Birdenbire onu sokakta görünce, arkasından seslendim. Sarıldık birbirimize. Ayaküstü bir sohbetten sonra:
-“Biliyor musun? “Yazdığım bir kitapta senden ve çocuklarından söz ettim,”dedim.
Bunu niye söylemiştim? Onu yüceltmek mi istemiştim? Belki de. Çünkü, bir kişinin üstün nitelikleri olması onun etkileyici olması anlamına gelir. Direngenlik, mücadele, koşulsuz sevgi ve iyilik onun kişiliğiyle özdeşleşmişti ben de. Ve acılar…
Eğer o kişi, gerçek erdem sahibiyse, onu yüceltmem yalakalık sayılmazdı. Ben sözlerimle yalnızca onu mutlu etmek istemiştim. Ama o, dediklerimi duymadı sanki. Altın sarısı kaşlarını yukarı doğru kaldırdı, kırışık alnı daha da katmer katmer oldu. Çocuklarını işaret ederek:
-“ Bunlar, ne olacak Satı Hanım, “ dedi. Ben ölünce bu iki sabi ne yapacak? Niye devlet bu çocuklar için bir şey yapmıyor?
Soru soran gözlerle yüzüme bakıyordu. Bakışlarında korkunç uçurumlar vardı. O dev gibi yarlar, beni de içine alıp karanlık derinliklere çekiyordu. Birdenbire ürpererek yutkundum. Bir el boğazımı sıkıyordu sanki. Nefesim kesilmek üzereydi. Beynimden yıldırım gibi geçen düşünceler… düşünceler…
Sosyal devletin amacı, insanları güvensizlikten, yoksulluktan kurtarmak değil miydi? Onların gereksinimlerini karşılayarak yaşam koşullarını iyileştirmek değil miydi? Toplumda insanlar arasında büyük bir eşitsizlik olmasına karşın kimse bunlara aldırış etmiyordu. Engellenenlerin sorunları birbiri üstüne yığılıyor, kör düğüm oluyor, bir türlü çözülmüyordu.
Kuşkusuz, bir engellinin engelli olması o kişiye bağlı değildi. Bilakis, farklı yaşayanlar, bu ülkenin geri kalmışlığı, yoksulluk ve kötü yaşama koşullarından dolayı engelli kalıyorlardı. Bir insanın engelli olması kendisine bağlı değilse, sisteme/yönetenlere bağlıydı öyleyse. Demek, önlem alınmadığı için engellenenler, kendi iradesi dışında acı çekiyorlardı. Sonra da “yetersiz”, “kusurlu” diye damgalanıyorlar, sistemin kendisi ve onun sahibi egemenler hiçbir kefaret ödemiyordu.
Yine bu eşitsizliğin sonucu olan “kötülük”, bir kişiye değil, aslında tüm insan topluluğuna yapılıyordu. Çünkü özünde bir hakkaniyetsizlik vardı. Egemenler, bir engellinin yaşamını yalnızca çalmıyorlardı. O çalmayı meşru gösteriyorlardı. Ya da yazgıya bağlıyorlardı. Üstelik egemenlerin krallığında engellenenlerin yaşamı saldırı altındaydı. Şimdi kim kusurluydu kim eksikti? Asıl can alıcı soru bu değil miydi?
Niye adaletsizliği uzakta arıyordum ki? İşte tâ yanıbaşımdaydı. Ayrıca, engelliliğe karşı önlemleri almamak, bu yoksul halkı cehalet içinde cılız ve güçsüz bırakmak, kendini kontrol etme noksanlığıyla eş değerdi. Engellileri ve yakınlarını büyük bir çaresizliğe terk etmek ne insanlığa ne de yasalara sığıyordu.
Ben bu düşüncelerle boğuşuyor, AKKADIN’ın hareli gözlerinin içine oturmuş acıyı tâ yüreğimin içinde duyumsayabiliyordum. Bu arada o hep konuşmuş, ben yalnızca dinlemiştim.
– “Artık bir yere gidemiyorum, biliyor musun? Bu çocukları bırakacağım bir yer olsa… Bunların kendi yaşıtlarıyla zaman geçireceği bir yer olsa… “dedi.
O sırada, yüzünden umutla umutsuzluğun bireşimi bir kıvılcım akıverdi. Ne tuhaftı! Tıpkı Monalisa’nın yüzü gibi bir çehre vardı karşımda. O, bir tutsaklığın içinde gizli gizli ağlıyor, öte yandan gözlerinin içi gülüyordu… Evet, her engelli annesinin yüzü Monalisa gibi değil miydi? Çocukları uğruna yaşamlarını feda ediyorlar, yavrularının sevgisiyle yaşama tutunuyorlardı. Öte yandan ise, “ben öldükten sonra evladım ne olacak “ diye ölüp ölüp diriliyorlardı.
İşte AKKADIN da onlardan biriydi. Bu sırada, kendisini sessizce dinlemiş, ona hak verdiğimi kısa cümlelerle özetlemiştim. Bir ara, engelli sorunlarının çözümü için onların örgütlenmesinden söz ettim. Ama o söylediklerime karşı yine “sağır” gibiydi. Habire, çocuklarının o öldükten sonra sahipsiz kalacağını söyleyip duruyordu. En sonunda:
“- Allah’ım! Çocuklarımın canını benden önce alsın. Ben onlardan sonra öleyim. Çocuklarım ortada kalmasın” deyiverdi.
Donakalmışım! AKKADIN’ın bu çaresizliği, yalnızca yüreğimi değil, bütün hücrelerimi yaktı…Bir annenin, kendisinden önce çocuğunun ölmesini istemesi derin bir üzüntü uyandırdı bende. Biliyorum, o çok acı çekiyordu. Ben de bir anneydim. Kendimi onunla özdeşleştirebiliyordum.
Tüm bunları söylerken sesi titremişti. Ama öylesine erdemli ve kararlıydı ki, hiç bir tutum ve davranışında eziklik yoktu. Karşımda onurlu ve dimdik dikiliyor, asla gevşeklik göstermiyordu. Sonunda:
– “Bir gün çay içmeye gel, “dedi. Benimle vedalaştı. “Peki” demeye kalmadan alelacele yanımdan uzaklaştı. “Çocuklarını almadın” diye seslenecektim ki, bir camiye doğru seğirttiğini gördüm. Neden böyle yapmıştı? Merak içindeydim. İnsanların içine karışıp uzaklaşır gibi yaptım. Sonra ters geri döndüm. AKKADIN, cami duvarının dibinde gözyaşlarını mendiliyle siliyordu. Sanırım, böyle davranmakla ona acımamı istememişti. Bu hakikatı ve yüreğinin derinliklerinde olup bitenleri hissedebiliyordum.
Şimdi onu eskisinden daha çok seviyordum… Keşke yapabileceğim bir şey olmasaydı. Utanç düştü alnıma…
Acaba, kendilerine düşkün, israfa düşkün, görkeme, lükse, mevki, makama düşkün, paraya ve güce düşkünlerin hiç mi utanç düşmez alınlarına?
Evet, AKKADIN’ın derdine çare olamamıştım… Ama onun sesine ses olabilir, tanık olduklarımı yazabilirdim.
Şimdi soruyorum kendi kendime. Engelli olmak sistemin/yönetenlerin eksikliklerinin sonucuysa, bunun kefaretini kim ödüyor? Kim? Engellileri mağdur bırakarak hak etmedikleri bir cezaya çarptırıyorlar. Niye bunun sorumluluğu alınmıyor? Üstelik toplum engellilere bir böcek gibi davranıyor. Öte yandan utanmaz bir ikiyüzlülükle kendi vicdanlarını acıma duygusuyla temizliyorlar.
Bu hafta Engelliler Haftası… Sayın beyefendi ve hanımefendiler, bu hafta dolayısıyla kürsülere çıkıp politik söylevler veriyorlar… Aslı olmayan konuşmalarla insanları avutuyorlar… Amaçları yalnızca popülist yaklaşımlarla bu halkın üzerinde bir yargı oluşturup onları kazanmak…
Şu bilinmeli ki, engelliler artık bu gösterilere inanmıyorlar. Bu topluluğun inandırılmaya değil, gereksinimlerinin karşılanmasına ihtiyaçları var. Asıl hakikat bu.
Benim ülkemde hiçbir anne “ ben ölürsem, çocuğuma kim bakacak” dememeli…
Bunun çözümü çürümemiş, bozulmamış bir sosyal devlet olmaktan geçiyor. Nitelikli eğitim… Nitelikli bir kültür devrimi… Herkese asgari standartların sağlandığı bir sosyal devlet… Yalnızca özel çocuklara bakım evlerinde hizmet vermek yetmiyor. Yeni kuşaklara sevmeyi ve vicdanlı olmayı da öğretmeli… Burada en büyük görev yine ebeveynler ve eğitimcilere düşüyor…
Şuna yürekten inanıyorum… Bir gün… ülkemdeki her kadın, Monalisa’nın ağlayan değil, gülen yüzü olacak…