İstanbul’a lapa lapa kar yağıyor… Ortalık bembeyaz… Kar taneleri dans ederek düşüyor toprağa… Savrula… savrula… Beyaz kelebekler gibi…
Apartman çatıları… Karşımdaki parkta tanrıya yalvarır gibi kollarını açan yemyeşil çam ağaçları…
Doğanın türküsünü söyleyen çimenler…
Park eden araçlar…
Yaprakları dökülmüş adını bilmediğim sayısız meyve ağacı…
Kaldırımlar… Yollar karla kaplı…
Yer gök apak… Beyaz… beyaz… beyaz…
Barışın, özgürlüğün, umudun, masumiyetin rengi…
İçim açılıyor doğanın bu armağanı karşısında… Güzel bir manzara… Bu güzelliğin tadını yüreğimde duyumsamak için özellikle emekli mi olmam gerekliydi? İlk kez bu kadar huzurlu seyrediyorum karın yağmasını…
İşe gidip geldiğim zamanlar sevmezdim karın yağmasını… Hava durumunu dinleyip İstanbul’a kar yağacağını öğrendiğimde içim cızz ederdi.
Taa geceden başlardı tedirginliğim… Dönüp dururdum yatağın içinde… Gözüme uyku girmezdi… Aralıksız yatağımdan kalkar, bakardım gecenin karanlığında yağan kara… Diğer insanlar için karın yağması belki bir sevinçti… heyecandı… hazdı. Ya benim için?
Bu şehre kar yağdıkça yükselirdi alnımda çamurlu bir labirent…
Yollar, kaldırımlar, kamu binaları, ulaşım araçları, parklar ve bahçeler, okullar, konutlar engellilere bir engel.
Çam kütüğü gibi yüksek kaldırımlar…
Oluklu yolların önümde deniz gibi dalgalanmaları…
Yol ortalarında önümü bir haydut gibi kesen kanalizasyon ızgaraları…
Ayaklarımın altında dev gibi devinen kaygan ve ıslak yollar…
Asık yüzlü, kırık parke taşları…
Dünya mutlu çoğunluğun dünyası…
Kolay değildi yürümek buzlu ve kaygan yollarda…
Her attığım adımı beynimde ölçer, biçer, yere kapaklanmamak için büyük bir çaba harcardım. Ayağımın altında binlerce kristal misket oynar, zıplar, yıldırım hızıyla hareket ederdi sanki…
Düşmemek için kendimi güvenceye almaya çalışırdım.
Yüreğime işlerdi ayazın sertliği…
Ayaklarımın altındaki kar parçacıklarını bölümleyerek analiz ederdim belleğimde…
Neresi buz… Neresi çamur… Neresi yumuşak… Dengemi sağlamak için kırk takla atardım.
Nietzche bir şiirinde şöyle der” Ya çare sizsiniz yada çaresizsiniz. “
Bu cümleyi şöyle çevirmişler şimdilerde…
“Ya engel sizsiniz ya engelsizsiniz… “
Güzel bir slogan… Evet, benim engelim bana engel değil…
Engel, fiziksel çevrenin bizlere göre düzenlenmemesi, ulaşımda erişebilirliğin sağlanmamasıdır.
Hep “mutlu çoğunluğun” mutlu olması içindi ideolojiler… diller… kültürler… kuramlar… “Mutlu çoğunluğun” ürettiği kavramlar, dayattığı kalıplar yüzümüze bir tokat gibi yaşamımızın her evresinde…
Buram buram karın yağdığı o günlerde işe gitmek için çıktığım serüvenli yolculukta kimi kez, yorulurdum… Kısacık molalar verirdim yol kenarlarında…
Yanımdan gelip geçenlerin… otobüs durağında bekleyenlerin gözleriyle buluşurdu gözlerim…
Bu kara kışta sokakta ne işin var diyen göz süzmeler…
Sessiz sessiz bedenime saldıran bakışlar…
İlk gençlik yıllarında olsa delirirdim bu bakışları görünce…
Şimdilerde… Biliyorum artık engellileri yüklenen olumsuz anlamın yüzyıllar öncesinin bir yansıması olduğunu…
Varsın ekşitsinler yüzlerini…
Kartondandır önyargıları… Egemen anlayışla benim kavgam…
Öldüreceğim her türlü ayrımcılığı…
Topal, kambur, spastik, otistik, kör, sağırız bizler… Değiştireceğiz yaşamın özünü… Üstleniriz mutluluğu…
Bana acımaları içimi yakmıyor artık… Çoktan öğrendim ben başkalarının baktığı gibi kendime bakmamayı…
Kör, topal, sağır olmak “anormal olmak” değildir… Asıl “anormal” olan insanı insan yapan özü görememektir…
Bir organ eksikliği yetersizlik değildir… Asıl yetersizlik, dünyayı kendilerine göre düzenleyen toplumsal anlayışın ta kendisidir.
Beni sınırlandıran ve hareket özgürlüğümü engelleyen, bedenim değil. Beni engelleyen, yaşadığım çevreyi bizlere göre tasarlamayanlardır.
Biliyorum! Acılar da, sevinçler de gelip geçici… Önemli olan benim yaşadıklarım değil… Önemli olan, yazmanın sorumluluğunu taşıyıp kendi öznelimden yola çıkarak tüm engellilerin yaşadıklarına ışık tutabilmektir…
Zaman içinde yok olup gideceğim ben de… Günler, aylar, yıllar yıldırım hızıyla gelip geçiyor! Şiirler, öyküler, makaleler, denemeler kalıcı…
İşsizliğin, yoksulluğun, adaletsizliğin, savaşın, açlığın olmadığı bambaşka bir dünya…
Unutulanların unutulmadığı bambaşka bir dünya! Hiç de uzak değil…
Bir gün gelir penguenler de uçar…
Sevgili satı, yazın beni çoook uzaklara ilkokul yıllarıma götürdü. O yıllarda kış aylarında okula gidip gelmek benim için tam bir işkenceydi. Tıpkı senin yazında belirtiğin gibi bir gün öncesinden siyah beyaz televisyonumuzda Adile Naşid’in uykudan önce proğramını zevkle izlerken hemen akabindeki hava durumunu izlerken kalbim küt küt atardı. Bahsettiğim yıllar 1980 lere denk geliyor. Ki o zaman kar bi yağdımı bir metre yağardı. Bir metrelik karda yürümek benim için imkansız bir şey. Okula giden çocukların ebeveynleri okula kadar tünel misali yollar açarlardı. Ama o kar ben okulda iken yağmaya başladımı okulun benceresinden yağan kara bakıp bir an önce durması için dualar ederdim. Zira o saatlerde yağan kar için kimse yol açmazdı. Lanet bir duyguydu vesselam. Şimdilerde bende senin gibi odamın penceresinden karın yağmasını büyük bir zevkle izliyorum. Ve diyorumki karın tadını çıkarmak için eve kapanmammı gerekiyor du?
Bu güzel yazı ve bana yaşattığın nostalji için sonsuz teşekkürler. Kalemine sağlık. İyiki varsın…
Sevgili genel yayın yönetmenim,
Öncelikle böyle bir site hazırladığın için ve bu sitede bana da yer verdiğin için çok teşekkür ediyorum. Burada Babür Akdağ ve Hasan Kuyucak gibi kalem dostlarıyla bir arada bulunmak ve senin gibi nice güzel insanla tanışmak gerçekten mutluluk verici… Hani ben iletişimciyim yaa! İletişim, gönderici ve alıcı taraflar arasında bir bildirim çerçevesinde gerçekleşir… Şu anda ben de geri bildirimlerden anladığım kadarıyla yazdıklarımın bir ortaklaşma yarattığını görünce sevinçten uçuyorum…
Ha! İşte benim de yakalamak istediğim bu! Bildirimlerimle “mutlu çoğunluğa” ulaşıp düşüncelerimi, yaşantılarımızı paylaşarak bir farkındalık yaratmak…
Evet! Ne senin! Ne de benim! Karın keyfini yaşamak için eve kapanmamız gerekmiyordu… Bu dünya hepimizin…
İyi ki, sizler de varsınız… Herkese kucak dolusu sevgiler…