Sitemizin yazarlarından Satı İlen‘le yaptığım interaktif roportaj. Okurken büyük zevk alacağınızdan eminim.
Türkiye gibi ataerkil toplumlarda ‘kadınların’ yaşamın her alanından ötelendiğini, ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutulduğunu biliyoruz. Öte yandan tıpkı kadınlar gibi ‘engelliler’de kadınlara uygulanan ayrımcılığın benzer örneklerini yaşıyor. Kadınlar cinseyete dayalı ayrımcılığa tabi tutulup, yaşamları boyunca bunun bedelini ödemek zorunda bırakılırken, engellilerde farklı bedenlere sahip olmanın bedelini şu yada bu şekilde ödemek zorunda bırakılıyor. Hem kadın hemde engelli olmak çifte ayrımcılığa tabi tutulmak gibi bişey olsa gerek. Siz hem engelli hemde kadın olmanın zorluklarını aynı anda yaşadınızmı hiç? Biraz fantastik bir soru olsada, dünyaya yeniden gelme şansınız olsa ve önünüze iki seçenek konulsa. Bu seçeneklerden biri, ‘engelli kadın’ diğerinde ‘engelli erkek’ olsa siz hangisini tercih ederdiniz?
-Engelli sorunları yanında kadın sorunu da ilgilendiğim bir konu… Böyle bir soru sorduğunuz için teşekkür ederim öncelikle… Gerçekten de, bu toplumda hem kadın hem de engelli olmak zor bir durum… Sizin de dediğiniz gibi erkek egemen bir toplumda yaşadığımız için kadınlara belli roller biçiliyor. Nedir onlar? Kadın evde oturmalı, kocasının dizinin dibinden ayrılmamalı, ev işleriyle uğraşmalı ya da çocukların bakımını üstlenmeli. Kadının aklı noksandır. Kadın erkeğinin karşısında konuşmaz. Kadın duygusaldır. Kadın şeytandır. Kadın ağırbaşlı olmalıdır. Yuvayı dişi kuş yapar. Bunları çoğaltabiliriz. Tüm bu roller biçilmiştir kadına. Kadın bunlara boyun eğer. Eğdirilir. Çünkü düşünen kadın sorgulayan kadındır. Sorgulayan insan asidir. Yanlışlara karşı çıkar. Kadının akıllı olması istenmez. Çünkü o zaman kadını yönetmek zorlaşır. Ben taşralıyım. Bir işi olmadığı için kocasına bağımlı olan çok kadın gördüm. Dövülen, sövülen, sokağa atılan kadınların dramına tanıklık ettim. Çocukluğumda bizim yörede kız çocukları okutulmazdı. Ancak ben aileme göre yarımdım. Bu nedenle, diğer çocukları gibi evlenemez, yuva kuramazdım. Yani bir erkek sakat olduğum için beni beğenmezdi. Bu nedenle, bir meslek sahibi olmam ve kimseye muhtaç olmamam için ilkokuldan sonra eve kapatılmadım. Eğitimimi sürdürmeme izin verildi. Yani, sakatlığım dezavantaj olmaktan çıkıp avantaj oldu benim için. Üniversiteyi bitirdim. İşe girdim. Bu arada evlenip anne oldum. Hamileliğim sırasında özel bir şirkette görev yapıyordum. Bu aşamada kış aylarında özellikle yağmurlu ve karlı havalarda işe gidip gelmek çok zor oldu. Doğum sonrası hastane ortamı engellilere düzenlenmediği için çeşitli zorluklar yaşadım. Sonrasında ise, özel şirkette çalıştığım için yalnızca 40 gün doğum iznim vardı. Mecburen işbaşı yaptım. Kızımı işyeri kreşine vermek için çok uğraştım. Sonunda kreşe verdim ama işyeri servis aracı evimin çok uzağından geçtiğinden kızımı kucağıma alıp taşıyamıyordum. Servis güzergahını değiştirmek için çok çaba harcadım. Müdürlerimle bu konuda çatışmak zorunda kaldım. Kızım hastalandığında izin alma konusunda çok zorluklar yaşadım.
Evet, Türkiye’de hem kadın hem de engelli olmak zor ama bir de tüm bunlara çalışan kadınların sorunları eklenince yaşamda sorunlar üçe beşe katlanıyor. İşten eve gelince, tüm evin yükü benim üzerimdeydi… Yemek, bulaşık, çocuğun bakımı gibi… Hafta sonları yine öyle… Temizlik, çamaşır, ütü derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum. Sıradan bir kadındım. Ben kimdim? Neyi seviyordum? Nelerden hoşlanıyordum? Kendimi bile tanımıyordum. Çünkü, hep başkalarına göre yaşamıştım. Eşim ne derse onu yapmış, kızımın bakımını üstlenmiş, ev işleriyle zaman tüketip durmuştum. Sonunda 2004 yılında yazarlık seminerlerine katılmaya karar verdim. İlk kez, kendim için bir şey istiyordum. Eşim beni kararımdan ne kadar caydırmaya çalışsa da, bu kararımdan vazgeçmedim. Neymiş! Yazardan hatun olmazmış! Kendi yolumu kendim seçtim. Eşimden ayrıldım. Eğer yeniden dünyaya gelsem, yine “engelli kadın” olmayı yeğlerdim. Anne olmak, dünyanın en güzel duygularından biri…
-Kamu ve özel sektörde çalışmışsınız. Bu çalışmalarınız esnasında, engelli veya kadın olduğunuz için ayrımcılığa tabi tutuldunuz mu hiç? Eğer ayrımcılığa tabi tutulduysanız bunun karşısında aldığınız tavır ne oldu? Başınızı önünüze eğip bu haksız tutum(lar)a buyunmu eğdiniz, yoksa karşı atağa geçip haklarınızı savundunuzmu? Veya mevcut düzen ‘dezavantajlı grupların’ (engelli, kadın, çingene v.b gibi) haklarını aramasına ne ölcüde Müsaade ediyor?
-Evet, ayrımcılığa uğradım. Özel bir bankada çalışıyordum. Çalıştığım bölümün sorumlusuydum. Ancak, bu sırada bankada bilgisayar sisteminde bir değişiklik oldu. Bölümün sorumlusu olarak beni değil, bir erkeği kursa gönderdiler. Üstelik, işimi yapmak için canla başla çalışırken, yıl sonu performansım düşük olarak değerlendirildi. Bu da doğrudan aldığım maaşı etkiliyordu. Konuyu müdürle konuştum. Bana sudan bahaneler getirdi. Bir dahaki yıl düzeltiriz gibi… Ya da senden kıdemli olanların yükselmesi için onlara daha yüksek puan verdik gibi… Ben ise, bu durumu kabul etmedim. Hatta kavga ettim. İstifamı vererek bankadan ayrıldım. Kamu kurumunda ise, engelli kadrosunda olduğum halde çalışma yaşamını bana göre düzenlemedikleri için hep sorun yaşadım. Örneğin, 16 katlı bir binada çalışıyordum. Ama asansör benim bulunduğum katta durmuyordu. Merdivenleri inip çıkamıyordum. Ya da işyeri servisi evime çok uzak bir mesafeden gidiyordu. Metrelerce yol yürümek zorunda kalıyordum. İşle ilgili olarak müşterilere telefonla bilgi vermek benim görevimdi ama önümde bilgisayar yoktu. Yürüme engelli birisinin sağlam arkadaşının masasına gidip gelip hizmet vermesi sizce ne kadar sağlıklı? Bu konuyu müdürlerimle konuştuğumda beni sürekli olarak yarın öbür gün diyerek geçiştiriyorlar, kalıcı bir çözüm getirmiyorlardı. En sonunda emekliliğim dolduğunda, ayrılma dilekçesini verdim. Bu ülkede dezavantajlı grupların haklarını aramalarına ne yazık ki, pek sıcak bakılmıyor. Çünkü, zaten başta size karşı önyargıları var… Engelli ve kadınsanız, çalışma yaşamında duvarlar örülüyor önünüze… Haklarınızı savunduğunuzda ve sistemin sizi köleleştirmesine karşı çıktığınızda, bir kez daha dışlanıyorsunuz… Ancak, ağlamayan çocuğa meme vermezler… Mücadele etmeyi sürdüreceğiz.
Çeşitli sivil toplum örgütlerinin yayın organlarında ‘engellilerin yaşadıkları sorunlara dair’ makaleler yazıyor, bu sorunların nasıl ne şekilde çözülmesi üzerine fikirler geliştiriyorsunuz. Size göre Türkiye’deki STK’lar, (Direk engellilerle ilgili veya başka amaçlaçlarla kurulmuş olsun.) engellilerin yaşadıkları sorunlar hakkında yeterince bilgiye sahip mi? Eğer sahipse, bu sorunların çözümü için üstlerine düşen görevleri yeteri kadar yapabiliyorlar mı? Yapabiliyorlarsa, yaşanılan bu sorunların neden ardı arkası gelmiyor? Hata yada eksik nerede?
-Yıllardır sivil toplum örgütlerinin içindeyim. Her ne kadar bu örgütlerde yönetici olarak çalışmasam da, yapılanları dışarıdan gözlemliyorum. Engelli örgütlenmelerinin 1950’li yıllara kadar dayandığı temel anlayışı himayeci ve korumacıydı. Bu yapılanmalarda hayırsever vatandaşların görev almaları nedeniyle gerçek anlamda söz ve karar sahibi de onlardı. Engelli örgütlenmelerinin tamamı o yıllara kadar özürlüler adına kurulan dernek ve vakıflar biçiminde gerçekleşmiştir. Uzun yıllar özürlülerin örgütlenmesi karmaşa ve belirsizlik içinde sürmüştür. Derneklerin bağış ve yardımlardan başka hiçbir geliri yoktur. Bunun içindir ki, kendilerine uygun ulaşılabilir özellik taşıyan merkezler bulmakta ve kiralamakta zorluklar yaşanmaktadır. Sürekli dernek giderlerine gelir kaynağı bulma sorunu bir kısır döngüye yol açmaktadır. Maddi yetersizlikler engellilerin örgütlenme ve eğitim çalışmalarına engel oluşturmaktadır. Dernek yöneticileri, gelir elde etmek, dernek faaliyetlerini yürütmek için gerek hükümet yetkilileri gerekse yerel belediyelerin yöneticileri ile iyi geçinmek zorundadırlar. Bu ise, belirli bir amaç için özgürce kurulmuş olan dernekleri hükümete ya da belediyelere bağımlı kılmaktadır.
Bir dernek düşünün ki, hem o hükümete bağımlı olsun, hem de o hükümet üzerinde baskı oluştursun. Bu mümkün müdür? Derneklerdeki yapılanma yanlıştır. Şubeler üyelerinin sorunlarını önce genel merkeze, genel merkezler federasyonlara, federasyonlar ise konfederasyona ileterek çözmektedir. Bu düzenlemeyle dernekler bir kıskaca alınmış ve önlerine bürokratik engeller konulmuştur. Bırakın bir sorunu çözmeyi, bizzat işlemlerin kendisi bile sorun olmaktadır. Tüm bunların yanı sıra, nasıl engellilerde eğitim oranı düşükse, sivil toplum örgütlerinde de aynı sorun vardır. Dolayısıyla, engelli sorunlarına bilimsel ve çağdaş çözümler getirilememekte, yalnızca olgusal bilinçle sorunlar çözülmeye çalışılmaktadır. Sorunları tartışamıyor, analiz edemiyor, soyut ve analitik düşünemiyoruz.
Denize Şiir Okumak adlı, yayınlanmış bir öykü kitabınız var. Utanarak söylüyorum, kitabınızı henüz okuma fırsatı bulamadım. Dolayısıyla öykü kitabınızın konusunun tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Türkiye’de (muhtemelende Dünyada) ‘konusu engelliler olan’ öykü, roman, hatta sosyolojik araştırmaların kaleme alındığı kitapların sayısı oldukca az. Siz engelli bir yazar olarak (bu tanım biraz irrasyonel oldu sanırım.) konusu engelliler olan bir hikaye kitabı veya roman yazmayı düşünüyormusunuz? Size göre engelliler konulu roman öykü akademik araştırmaların azlığının sebebi nedir?
-Umarım, çok yakın zamanda öykü kitabımı okuyarak düşüncelerinizi benimle paylaşırsınız. “Denize Şiir Okumak” adlı kitabımda on iki öykü var. Ben, görüneni değil, görünenin ardındaki gerçekliği öykülerimde vermeye çalıştım. Kadın kimliğimi bir yana bıraktım. Tüm karakterlere aynı uzaklıkta durdum. Ancak, bu biçimde yaklaşırsam, bu çağın gerçekliğini yansıtabilirdim. Bu sistem insanları birbirine yabancılaştırıyorsa, insanları bozuyorsa, bütüne bakıp insan araştırması yapmalıydım. Öykü kitabımda engellilerle ilgili iki öykü var. Çevremde tanık olduğum ya da başımdan geçen olayları okura aktarmaya çalıştım. Şu anda engellilerle ilgili bir deneme kitabı kaleme alıyorum. Evet, engellilerle ilgili ilerde bir roman yazmayı düşünüyorum. Bu konuda akademik çalışmaların azlığını ise, yaşadığımız toplumun bizleri yok saymasına bağlıyorum. Bu konuda yeterince öykü ve roman yazılmamasının nedeni ise, yazarlar bizleri tanımıyorlar ya da bilmiyorlar. Veya mevcut kalıplar içinde yazarak insan bilincini temizleme yoluna gitmiyorlar. Edebiyatı para kazanmak için yapıyorlar. Bu da ister istemez edebiyatta popülist kitapların yazılmasına neden oluyor.
-Son olarak geleceği dair umutlumusunuz? Özelde engelliler genelde ise Türkiye’de yaşayan tüm dezavantajlı grupları, daha insancıl, daha onurlu bir geleceğin beklediğini düşünüyormusunuz?
– Tabii ki, umutluyum. Engelliler alanında uluslararası normlara kavuşmamız, biz engellilerin kendi davamıza ne kadar çok sahip çıktığımızla ilgilidir. Mutlaka biz engellilere de birtakım görevler düşmektedir. Kendi ihtiyaçlarımızı, sorunlarımızı düşünerek, tartışarak kendi donanımlarımızı oluşturmalıyız. Engellilerin kendi yaşamlarını kendilerinin idame ettirebilmeleri için asla mücadeleden vazgeçmemeliyiz. Vercors’un dediği gibi, insanı insan yapan başkaldırmasıdır. Kendi sorunlarımıza kulak tıkamamalıyız. Bu alanda eksikliklerin giderilmesi için örgütlü mücadele yolunu seçmeliyiz.