Batıda gelişen Rönesans ve Reform hareketleri aydınlanma döneminin habercisidir. Astronomide Kopernik’ten sonra Kepler’in, fizikte Galileo ve Newton’un yaptığı araştırmalar ve kuramlar bilimde devrim olarak kabul edilir. Bilimde ve toplumsal yaşamdaki değişiklikler 17. yüzyıl batı medeniyetini etkilemiş, 18. yüzyılda ise doruk noktasına ulaşmıştır.
Özellikle modern felsefenin kurucusu Descartes skolastik felsefenin insanı yanlışa götürdüğünü savlar. İnsanların yanlışa düşmelerinin nedeni doğru bir yönteme sahip olmamalarıdır. Gerek Descartes’in şüpheciliği gerekse John Locke, Bacon gibi düşünürlerin katkısıyla deneyciliğin sistematik bir biçimde ortaya konması engellilerle ilgili olumsuz düşüncelerin değişmesine neden olur.
Deneycilik ya da duyumculuğa göre, “insan belleği boş bir levha gibidir. Doğuştan gelen bilgi yoktur. “ Böylece engellilerle ilgili düzenlemelerde yeni durumlar ortaya çıkar.
(…) Aydınlanma düşüncesinde iki tema sakat kişilerin bakım ve tedavisindeki değişikliklerle bağlantılıdır. Bunlardan birincisi “ duyumcu” bilgi kuramıydı; bu kuram her türlü bilginin kaynağının doğuştan gelen fikirlerin ve ilahi cezalandırmanın değil, deneyim ve akıl olduğunu, toplumsal, çevresel değişikliklerin insanları ve toplumu ilerletebileceğini savunarak yeni ve cesur psikolojik, eğitici müdahalelerin temelini atmıştı. Sakat kişiler için önem taşıyan ikinci aydınlanma fikri, doğa biliminin türleri ilerletme konusundaki değerine olan inancın artmasıydı. ( Bezmez, Yardımcı, Şentürk, 2011, s. 119)
Deneyci ya da duyumcu felsefe akımı toplumda tutum değişikliği yaratır. Peki ne olur? Islahevleri, yardım dernekleri, akıl hastaneleri, çalışma evleri pıtrak gibi çoğalmaya başlar.
John Locke “idyotlar” la “deliler” arasında önemli bir ayrım yapar. Şöyle der Locke: “Kısacası idyotlar ile deliler arasındaki fark şurada yatıyor görünmektedir: Deliler yanlış fikirleri bir araya getirirler ve yanlış önermeler ortaya koyarlar, ama bunlardan doğruyu çıkarıp doğru akıl yürütürler; idyotlar ise çok az önermede bulunurlar ya da hiç bulunmazlar, ama neredeyse hiç akıl yürütmezler.” (Bezmez, Yardımcı, Şentürk, 2011, s. 120)
Locke idyotların akıl yoksunu, deli”lerin akıl melekelerini kaybetmiş olduğunu söyler. Bu ayrım bu konuyla ilgili sosyal politikaları etkiler.
İngiltere’de 1700’de “deliler, körler ve kötürümler” için yerel bakımhaneler kurulması teklif edildi. Parlamento 1714’de onadığı yasayla “şiddetli derecede deli” olanlar için kapatılmayı kabul etti(ama tedaviyi kabul etmedi) ve serserilere, dilencilere ve hırsızlara reva görülen rutin kırbaçlama uygulamasından muaf tutulmasına karar verdi. (…)İngiliz parlamentosu 1736’da cadılık yasalarını lağvetti ve özel tımarhane koşullarını iyileştirmeleri için baskılar artırıldı. 1774’te tımarhaneleri düzenleyen yasa çıkarıldı. (Bezmez, Yardımcı, Şentürk, 2011, s.120)
18.yüzyılda günümüz Almanya’sına denk düşen topraklarda tımarhaneler ve hapishaneler birleşik kurumlardı. Bu kurumlarda kalanların kurumun masrafını çıkarmak için çalışıp katkı sunmaları, özellikle de kadınların iplik eğirmeleri bekleniyordu. Hollanda’da ve Almanya’da akıl hastası akrabaları olan zengin aileler, akrabalarının davranışları itibarlarına gölge düşürmesin diye, akrabalarını özel mekanlara kapatıyorlardı. Şiddete eğilimli akıl hastalarının kurumlara kapatılmaları 15 yüzyılda başlamışsa da, 18 yüzyıla kadar gelindiğinde bu kurumlar diğer akıl hastalarını da kabul etmeye başlamıştı. İngiltere, Almanya, Hollanda, Fransa ve İspanya’da olduğu gibi Yeni İspanya, yani Meksika’da da durum buydu. (Bezmez, Yardımcı, Şentürk, 2011, s.121)
O sıralarda Amerika’da da sakatlığın tanrısal bir ceza olduğuna halen inanılmaktadır. Amerika çoğunlukla İngiliz yasalarını örnek alır. Bir yoksulluk yasası çıkarılır. Ancak halk buna tepki verir. Serseriler, dilenciler, aylaklar kamuya bir yüktür. Bu yüzden şehir dışına sürülürler. Şehri terk etmeyenler, kırbaçlanırlar. Bunlar içinde akıl hastaları da vardır.
Öte yandan, Pennsylvania’da zihinsel engellilerin bakımı ve masrafları için ödeme yapılmasına ilişkin yasalar çıktığı gibi akıl hastası ve zihinsel engelliler için genel bir hastane kurulur. Ancak bu hastanede tedavi adı altında zeka engellilere insanlık dışı uygulamalar yapılır. Örneğin, bayıltana kadar kan almak, kol ya da ayaklarından zincirlemek gibi. Kimi eyaletlerde ise, yoksul olmaları koşuluyla akıl hastası ya da zeka engellilerin ailelerine devletçe yardım yapılır. Örneğin, Kentucky eyaletinde olduğu gibi.
Tüm bunların yanında, Amerika’da zeka engelli ve akıl hastalarının ihale yoluyla bakımı yaygın bir uygulamadır. Söz konusu kişiler, açık artırmaya çıkarılır, en düşük teklifi yapan o kişinin bakımını üstlendiği gibi devletten teklif ettiği parayı alır. Bu uygulama 1820’lere kadar sürer.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda sakat kalanlara 1776’da emeklilik aylığı bağlanır.
18.yüzyılda hem sağırlar hem de körler için yatılı okullar yavaş yavaş çoğalmaya başladı. Sağırlar okulu ilkin İspanya ve Fransa’da açıldı, yavaş yavaş diğer Avrupa ülkelerine ve ABD’ye yayıldı. (Bezmez, Yardımcı, Şentürk, 2011, s. 124)
Görüldüğü gibi aydınlanma döneminde engellilerin konumu toplumsal etkenlere bağlı olarak değişmektedir. Bu dönemde din merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini akıl merkezli düzenlemelere bırakması ve deneyci felsefenin ortaya çıkmasıyla yıllarca sakatların dışlanmasına ve öldürülmesine yol açan önyargılar çürütülür. Bir yanda rasyonalizmin öte yanda empirizmin güçlenmesiyle birlikte engellilerle ilgili şu sentez çıkar ortaya. Her türlü bilginin kaynağı doğuştan gelen fikir ve ilahi cezalandırma değil, deney ve akıldır. Öyleyse sakatlık bilgisi de doğuştan gelmiyorsa ve ilahi bir cezalandırma değilse, sakatlık da Tanrı’ca verilen bir ceza değildir. Böylece tüm insanların kabul ettiği bir kurgu yerle bir olur. Sakatların eğitimi, tedavisi, bakımıyla ilgili sosyal politikalar oluşmaya başlar. Akıl hastalığı ile zihinsel yeti kaybı arasında bir ayrım yapılır yapılmasına ama bu ayrım mülkiyetin kimin olacağını belirlemeye yarar.
Avrupa’da engellilerle ilgili okullar, hastaneler, bakımevleri, iş evleri açılır. Bu arada yoksulluk ve aylaklığın suç kapsamına alınması da düşündürücüdür. Çünkü bundan en fazla yoksul sakatlar etkilenir. Bu arada onların tedavi edilerek iyileştirilmeleri insani bir ilke olarak gibi gözükse de, pratikte sakatlara hastalıklı solucanlar gibi davranılır. Zeka engelli ve akıl hastalarına insanı dehşete düşüren zalimce davranışlar uygulanır. Peki, gerçekte kim hastalıklıdır? Engellilere acımasızca davranmak ve zulmetmek hangi akılla bağdaşmaktadır? Bu tutumlar hastalıklı bir beynin göstergesi değil midir? Tüm bu soruların yanıtlarını okura bırakıyorum.
Aydınlanma ve bilimin gelişmesi tüm insanlık için bir ilerlemedir kuşkusuz. Engellilerin bakımı ve tedavi edilerek iyileştirilmeleri faydalıdır. Ancak bu düşünce ilerde sakatlığın yalnızca tıbbi olarak tanımlanmasına yol açacak, engelliler toplumun çeşitli hurafelerinden kurtulurken bu kez tıp biliminin nesnesi haline gelecektir. Engellilerin iyileştirilmesiyle “normallik” algısı pekiştirilecek, öte yandan ilgi “sakat bedene” kayacaktır. Sakatların fiziksel, psikolojik, bilişsel ve duyusal bozuklukları temel alınacaktır. Engelliler, “normalleştirilerek topluma uyum göstermelidir” anlayışı belirecektir. Sakatlığın patolojik olduğu söylemi moda olacaktır ilerde. Tıp bilimi kapitalizmin emrindedir artık. Engelliler de zincirlerle bağlanmış kuklalardır. Sakatlığın tıbbileştirilmesi en çok kapitalizmin işine yarayacak, çürük olanlarla olmayanlar kategorize edilerek ayıklanacaktır. Engelliler gücü elinde tutanların hakimiyetine girecektir.
Evet, insan özgürlüğün sınırlarını genişletmeye çalışır ama yedi başlı büyük yılanın kafasını koparmayı beceremez bir türlü.
Engellilerin kurumsal tarihini anlatmayı sürdüreceğim.
Sevgiyle kalın…
Kaynakça:
1) Bezmez D., Yardımcı S., Şentürk Y., 2011, Sakatlık Çalışmaları, İstanbul, Koç Üniversitesi Yayınları.