Gün dediğin nedir; gelir, geçer. Anlamazsınız; delip de mi geçer, teğet mi geçer. Çok kötü olaylar değilse anımsayamazsınız bile geçmiş günlerin sarmaladıklarını.
Yine bir sabah uyanıp kalkmışsınızdır yataktan. Böyle kaç tane gün hatırlıyoruz içlerinden? Kaç uyanmanın anısı var hafızanızda? Örneğin tatil için gittiğimiz yerdeki ilk sabahı anımsayabiliyor muyuz?
Anımsamak bizim elimizde mi? İstediklerimizi anımsayıp istemediklerimizi unutuyor muyuz? Yoksa bizim yerimize karar veren organın esiri miyiz?
Sağlıklı bir insan bu konuda etkin olup ipleri eline almış gibi görünse de durum öyle görünmüyor. Örneğin aklınızda hiç unutmak istemediğiniz bir telefon numarası var. Kayıt etmiyorsunuz hiçbir yere. Bir gün o numaranın sahibi ile öyle bir görüşme yapıyorsunuz ki bir daha onun sesini duymak istemiyorsunuz. Ama kahretsin ki; numara zihninize kazınmış bir kez. Kazırken emek vermiş bazı kodlamalarla sabitlemişsiniz zihninizin parke taşlarının derinliklerine.
Sanırsınız… Ama öyle değil işte. Kim kimden üstün bilinmez ama vücudunuzun sinyalleri o derinliklere öylesine ulaşıyor ki ne kodlama fayda ediyor sızlanmasına ne bir şey. Bir gün neydi bu numara yahu diye aklınızdan geçiriyorsunuz. Aa! Yok! Ezberlerken aracı ettiğiniz kodlar da uçmuş gitmiş. Zihniniz size iyilik olsun diye onu kaldırıp atmış; haberiniz olmamış.
Bir yandan sevinirsiniz, bir yandan üzülür. Sevinirsiniz; gereksiz şeylerle kafam niye dolmuş olsun diye. Üzülürsünüz; neden unuttum, hafızamda zayıflama mı var diye. Bir panik yaşarsınız. Zihninizde tuttuğunuz başka şeyleri kurcalamaya başlarsınız. Unutup unutmama kontrolleri gırla gider. Yok yok! İyisinizdir… Hele yakın geçmişi anımsıyorsanız; çok iyi hem de. İçiniz rahatlar. Yine daha sonra anımsayamayacağınız bir sabaha uyanmak üzere yatağınıza uzanırsınız.
Bununla kalır mı sandınız? Remlerinizden birinde bütün gün karıştırdığınız anılarınız, unuttum mu acaba diye kurcaladıklarınız başlar resmigeçide. Artık iyisi, kötüsü dökülür ortaya. Hayır, bir de hiç mi hiç aklınızda olmayan, gündüz anmadıklarınız da gelmez mi! E, gelsinler, oldu olanlar derken bir de rüyaların fıtratı gereği olmayacak formlara girmezler mi?
Kâh dağ başındasınız, kah bir okyanusta boğulmak üzeresiniz. Olmadı; bıyıkları yeni çıkmış bir delikanlı olarak bir yılanla boğuşuyorsunuz. Koyun yutan cinsinden bir yılan. Nasıl oluyorsa bir ara burgacından kurtulup eve koşuyorsunuz. Ninenizden kalma daktilo ilişiyor ilk anda gözünüze. Kaptığınız gibi doğru yılanın ağzına veriyorsunuz. Yalayıp yutuyor bir anda. Bundan sonra F klavye anlaşacaksınız mecburen kendisiyle. Daktilonun tadı damağında kalan yılanın artık umurunda olmuyorsunuz. Entel dantel şeyler istiyor artık sizden. Aklınıza vasiyetini yerine getirmeyip mezarına koyacağınıza -nasıl sığdıracaktınız ki oraya; nineniz kırk kiloydu ama kitapları dört ton- evinizin bir odasına yığdığınız kitaplar geliyor. Davet ediyorsunuz yılanı o odaya ve “Oh kurtuldum!” diyorsunuz.
Öyle sanın. Evinizin yakınındaki yanardağ lavlarını püskürtmeye başlıyor. Yalnız, bahçenize düşenler iki tane tarihi eser niteliği taşıyan büst. Görünüşte öyleler. Yaklaşıp bakayım deyince garip garip şekillere girmeye başlıyorlar. Tüm hayatınızda tanıdığınız bütün yüzler şekilleniyor onların suratlarında. Birer birer sarıyorlar etrafınızı. Artık kopup gelen lavlar umurunuzda değil… İçerden gelen kitap hışırtıları yanardağın patlama sesini bastırıyor. Yılanın yerinde olmak istiyorsunuz bir an…
İyi ki kurmuşum dediğiniz saatinizin sesiyle kurtulduğunuz kâbus dolu gecenin sabahını gelin hafızalarınızdan silin bakalım…
Ceyda Sevgi Ünal