Sabah erkenden uyandım. Gezilip görülecek mekanlar bizi bekliyor, yeni yerler keşfetmenin heyecanıyla yüreğim kuş gibi çırpınıyordu. Pencereyi açtım. Serin bir hava içeri dalıyor, ince geceliğimin göğüs aralığında üflüyor, bedenimi yalayıp geçiyordu. Hafif üşüsem de, yine de pencereyi kapatmadım.
Uçsuz bucaksız göklere baktım. İstanbul’dayken hep uzaklarda olmayı düşlerdim. İşte düşlediğim yerdeydim. Bugün Karlovy Vary gezisi vardı. Ama ben tâ İstanbul’dayken bu gezi yerine Prag Kalesi, St. Vitus Katedrali, Kafka ve işkence müzelerine gitmeyi tasarlamıştım. Bu yüzden gruba katılmadım. Sonunda gönlümce, istediğim gibi Prag sokaklarında dolaşacak, bilinmeyen yerleri keşfetmenin hazzıyla dolup taşacaktım. Bu düşüncelerle alelacele giyinerek kahvaltı salonuna indim.
İlk kahvaltı
Otel çok büyük olduğundan kahvaltı salonu da tıka basa doluydu. Arka köşelerde bir yer bulduk ancak. Otelde her çeşit milletten insan olduğu için kahvaltı türleri zengindi. Adını bilmediğim bir sürü tahıllı yiyeceğe, peynir, marmelat, salam, tereyağ, reçel, bal, kek, kurabiye, ekmek çeşitleri eşlik ediyordu. Mısır gevreği, zeytin, haşlanmış yumurta, krep, salatalık gibi şeyler kahvaltı sofralarını süslüyordu. Benim en çok hoşuma giden kahvaltı sofrasında kepek ekmek bulabilmekti. Bunun yanısıra, değişik boylar ve biçimlerdeki keklerin tadı damağınızda kalıyordu. Ancak, ne peynirlerin, ne salatalıkların ne de zeytinlerin tadı tuzu vardı. Ben genellikle haşlanmış yumurta, krep, tereyağ ve bal, bolca kek yedim.
Şu damak zevki denilen şey
Coğrafi farklılıklara göre damak zevkleri de değişkenlik gösteriyordu. Örneğin, Budapeşte’de kahvaltı sofrasında sarımsağı görünce gözlerim fal taşı gibi açıldı. Her ne kadar sarımsağın sağlığa yararları saymakla bitmese de, sabah sabah sarımsak yiyemezdim doğrusu! Bu arada yanımıza oturan bir çekik gözlü lapa türünde yemekleri kaşık kaşık yiyor, taze elma ve şeftali dilimlerini bir çırpıda mideye indiriyordu.
Hangi ülkeden olduğunu bilmediğim insanlar, en çok mısır gevreği gibi tahıllı ürünleri tüketiyorlardı. Kahvaltıda en çok kahveyle meyve suyu içiliyordu. Bu yüzden de, mis gibi taze demlenmiş çayı özledim. Bu ülkelerde siyah çay yerine meyve çayı içiliyor genellikle. Hatta siyah çay kimi otellerde yok. Biz yolculuğa çıkmadan önce her olasılığı düşünüp siyah poşet çaylardan alıp götürdük. Kahvaltıda siyah çay bulamadığımızda onlardan içtik.
Aaa! Otobüs ve metroda bilet kontrolü yok
Kahvaltının ardından yola çıktık. Prag’da otobüs biletlerini marketlerden aldığınız gibi otobüs duraklarının yanındaki bilet makinelerinden de temin edebiliyorsunuz. İngilizceniz kötüyse bu makinelerden bilet almanız biraz zaman alabiliyor. Biletler gideceğiniz mesafenin dakikasına göre ayarlanmış. Bu nedenle, gideceğiniz yerin mesafesini iyi bilmek ve ona göre bilet almanız gerekli. Eğer otobüsten metroya aktarma yapacaksanız aynı biletleri kullanabiliyorsunuz. Otobüse binerken girişte bulunan kutuya biletinizi okutup yolculuk yapıyorsunuz. Sürücü sizin bilet alıp almadığınızla ilgilenmiyor. Hatta orta kapıdan bile binebiliyorsunuz.Ne otobüste ne de metroda bilet kontrolü var. Ama bir kontrol sırasında yakalanırsanız cezası çok yüksekmiş. Biz bu riski girmedik. Her gittiğimiz yerde bilet aldık.
Prag engelliler için uygun bir şehir mi?
Prag otobüsleri ve metrosunda hem bir turist hem de bir görme engelli için yolculuk yapmak kolay. Durak isimleri hem Çekçe hem de İngilizce anons ediliyor. Tabii, yolculuk etmeden önce bir şehir haritası edinmelisiniz.
Prag metrosunda merkezi yerlerde engelliler için asansörler var. Asansöre bindiğinizde görme engelliler için anonslar ediliyor. Kat butonları kabartma harflerle yazıldığı gibi renk körü olanlar da düşünülmüş. Asansörün içi farklı renklerle aydınlatılmış. Ancak, her metro durağında engelli asansörü bulamıyorsunuz. Kimileyin, dev gibi merdivenleri aşamıyorsunuz.
Metroda görme engellilerin yönünü tayin etmeleri için platformlar var. Ayrıca trafik ışıkları sesli sinyalizasyon sistemiyle donatılmış. Bu lambaların yanına vardığınızda “tık tık” sesleri ortalığı çınlatıyor. Yeşil yandığında “tık tık” sesleri hızlanıyor. Böylece, sesi takip ederek karşıya geçip geçmemeniz gerektiğinin ayrımına varıyorsunuz.
Prag’da her ne kadar görme engelliler için çeşitli düzenlemeler yapılmışsa da, bedensel engelliler için altyapı ve çevre düzenlemesi yeterli değil. Şehrin merkezinde yüksek kaldırımlar olmasa da, kimi kez hiç olmadık bir yerde karşınıza aşamayacağınız basamaklar çıkıveriyor. Siz de olduğunuz yere mıhlanıp kalıyorsunuz.
Prag sokaklarında kaybolmak
Biz önce otobüse sonra da metroya binerek Kafka Müzesi’ne gitmeyi planlamıştık. Fakat sonradan müzeden çıkıp kaleye tırmanmanın zor olacağını düşündüğümüzden Hradchany Kalesi’ne gitmeye karar verdik. Metrodan Hrancanska durağında indik. Her ne kadar haritadan bu durakla Prag Kalesi arasında oldukça fazla mesafe gözükse de, inmek yokuş çıkmaktan daha iyidir diye düşündük. Ancak, Prag’ın birbirine benzeyen ara sokaklarında kaybolacağımızı hiç düşünmemiştik.
Saat on bir sıralarında Prag’ın arka mahalleleri mışıl mışıl uyuyor gibiydi. Sokaklarında in cin top oynuyordu. Ortalıkta tam bir sessizlik egemendi. Önümde bakımlı bahçeleri, sarımtrak ağaçların gölgesinde kalan süslü çehreleriyle evler uzanıyor, üst üste çakışan yollardan sonbaharın baf kokusu yükseliyordu. Çevresinde ağaçlar bulunan o yollarda rüzgarın esişiyle çırpınan kuru yapraklar, sapsarı gövdeleriyle her yol ayrımında kıvılcım gibi ışıyorlardı. Prag’da kaybolsam ne yazardı. Kendimi amber sarısı bir ufkun içinde lavanta renkli pencereler arasında serilip giden bir dünyada duyumsuyordum. Bu okşayıcı güzellik ben de bir esriklik duygusu yaratıyordu. Prag sarılgan bir bitki gibi bana sarılıyordu.
Aslında bu esriklik duygusundan sıyrılmaya niyetim yoktu. Kızımın seslenişiyle kendime geldim. Zaman ilerliyordu. Biz daha nerde olduğumuzu bilmiyorduk. En sonunda bir Çekoslovaklıya rastgeldik. Bize yolu öylesine güzel tarif etti ki, Prag Kalesi’ni elimizle koymuş gibi bulduk. Aslında metrodan bir iki durak önce inip 22 numaralı tramvaya binseymişiz hiç yorulmayacakmışız. Tam kalenin yanından geçiyormuş.
Bir engelli Prag Kalesi’ne bu yoldan giderse avlu içindeki pek çok mekanı rahatlıkla gezebilir. Hatta kalenin girişinde bir engelli grubuna rastladık. Tekerlekli sandalye kullanan engelliler, sırayla asansörlü engelli minibüsünden iniyorlardı.
Görkemli St. Vitus Katedrali
Bu arada yavaş yavaş ilerliyorduk. Önce St. Vitus’un simsiyah bir mürekkebe batırılmış gibi duran keskin ve ince kulesini gördüm. Dev gövdesini sarmalayan dilim dilim kuleler gökyüzünün griliğine bir bıçak gibi batıyordu. Kale girişinde resmi üniformalarıyla nöbet tutan askerler, heykel gibi kıpırtısız dikiliyordu.
Avluyu geçtikten sonra St. Vitus Katedrali’nin önüne gelince bu yapının göz alıcı güzelliği ve görkemi karşısında nefesim duracak gibi oldu. Bu devasa bina, öylesine yüksekti ki, başını gökyüzünün sonsuzluğuna uzatmış gibi duruyor, koskocaman gövdesiyle size tepeden bakıyordu.
Işıltılı gri yüzünde sarıyla siyah birbirine karışıyor, dantel gibi süslemelerinden inceliğin kıvılcımları ruhunuzu kuşatıyordu. Birdenbire önümden sonsuzluğun ve zarafetin yaldız yaldız parlayan, parlayıp yüreğimi kucaklayan ışıltısı geçti. Tüm zamanı ve mekanı aşıp evrenin hiç bitmeyen güzellikleri içinde kaybolmak böyle bir şey miydi? Yaşamda her türlü sıkıntıya burun kıvırıp yalnızca sonu ve sınırı olmayan sessizliklerde tutuklu kalmak, bu ebedi nefesle birlikte ölçülemeyecek büyüklükler içinde sanattan bir buse almak…
Güzeli yaratmak
Evet, insan öylesine güzel bir varlıktı ki, yeteneğiyle her türlü imkansızlığı aşıp geçiyor, onun bu yaratıcılığı beni kendimden geçiriyordu. Aynı insan hırs, para, mevki, makam için dünyayı ateşe veriyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Hatta köhnemiş inançlar ve sanılarla kendinden farklı olanı dışlıyor, türlü türlü önyargıları kuşaktan kuşağa aktararak yabanıl bir dünya yaratıyordu.
İnsana en yaraşır olanı güzellikler yaratmaktı. Bu duygularla katedralin içini gezdim. Birbirini kesen altın renkli derin kubbeler, o kubbelerden yansıyan ışıklar, mermerden revaklar, rengarenk mozaiklerin güzelliği karşısında şaşkına döndüm. Bir o kadar karmaşık duygularla doluydu içim. Hem alışkın olmadığım hem de bana sıcak gelen bir yerdeydim. Bu düşüncelerle bir kenara oturup içeri girenleri meraklı gözlerle izlemeye koyuldum.
İçeride tam bir sessizlik hakimdi. Hıristiyan olanlardan kimileri kutsal su kovasındaki vaftiz suyunu alınlarına sürüp haç çıkartıyor, kimileri adak dileyip mum yakıyor, kimileri de bir köşede çekilip dua ediyordu. Nedense insanların bu tapınışlarını gördükçe, içim tanrısal bir sevgi ve saygıyla dolup taşıyor, kendimi mistisizmin büyüsüne kaptırıyordum. Evet, bu dinsel atmosfer ruhumu gevşetiyor, bu hareketsizliğe iradesizce boyun eğiyor, en önemlisi ibadet edenlerin kalp atışlarının sesini duyabiliyordum.
Ne kadar orada kaldım, bilmiyorum. Varlığımı unutmuştum. Zaman oldukça ilerlemişti. Daha gezip göreceğimiz yerler vardı. Bu nedenle katedralden çıkarak ilerlemeye başladık. Kale içinde özellikle Altın Yol Sokağı’na girmek istedikse de, zamanımız olmadığından vazgeçtik. Bu arada kale içinde nöbet değişimini izledikten sonra çıkışa geldik.
Efsunlu şehir
Kale duvarlarının arasından Prag’a baktığımda efsunlu bir güzelliğin içinde kendimi kaybettim. Tanrım! İşte masal şehri ayaklarımın altındaydı. Ta uzaklarda ufuk noktası çizgisinde olan evlerin silueti belli belirsiz seçiliyor, Prag’ın üzerine uzanan kül rengi bulutlar şehri gölgeliyor, griye dönen gökyüzünün altında beride kalan sivri çatılı evlerin kırmızı kiremitleri alev alev yanan şemsiyelere benziyor, bu korlarmış çatıların arasında uzanan Vlatava Nehri gümüşi ışıltısıyla göz kırpıyor, kuleler, şatolar ve yemyeşil ağaçlıkları geçerek kıpkırmızı damların ardında kayboluyordu.
Prag, yanakları al al olan, ayak bilekleri beyaz, kızıl saçlarını boynundan aşağı sarkıtmış bir güzele benziyordu. Yemyeşil ağaç kümeleri arasında üst üste gelen evlerin sivri çatıları gri bulutlar arasına dalıp çıkıyor, yüksek bacalar ve çatı katı pencereleri kül rengi gökyüzünde uçuşuyordu. Önümde akik rengi kıvılcımlar saçan bir kent vardı. Hızlı hızlı hareket edip hummalı bir uğraşla bu kenti saran sisli puslu bulutlar tüm kenti kuşatıyordu. Böylesine değişken bir havada kim hüzünlenmezdi ki… Dalga dalga yayılan gri bulutlar tüm şehrin üstünde asılı kalırken Kafka’nın niçin bu kadar karamsar olduğunu anlayabiliyordum.
Tam yağmur tufanına tutulacağız derken aniden güneş açtı. Biz de yavaş yavaş tüm kentin güzelliğini içimize çeke çeke tepeden aşağı indik. Bir sonraki rotamız Kafka Müzesi’ydi.
Haritadan sokak adlarını bulmaya çalışıyor, Kafka’nın kalbi yüreğimde atıyordu. Rüyada yürüyor gibiydim. Yüreğim titriyordu. Birazdan biricik dostumun geçmişi ve geleceği içine alan derinlikli dünyasında sarsılıp kendimden geçecektim. Biliyordum.
Bir sonraki yazımda kaldığım yerden devam edeceğim.