Beklemek
Beklemek hiçbir şey yapmamak mıdır? Yoksa beklenene duyulan özlemin içinde kavrulmak mıdır? Cennet midir, cehennem midir hiç gelmeyen, gelecek olan… Beklemek, umuda mı sürükler insanı umutsuzluğa mı? Sınırların olmadığı masmavi düşlere mi kanat çırpmaktır? Yoksa zıt düşünceler arasında azap girdabında boğulmak mıdır?
Ufak tefek bir kız
Bir kız anımsıyorum kara kuru, ufak tefek. Henüz çocukluktan ergenliğe geçmiş bu genç kızın yüzü belleğimden silinmiş gibi… Ya da ayrımcılık hastalığına tutulanların çiğnediği bu yüz paramparça da, o parçaları mı birleştiremiyorum? Nasıl da her şey bölük pörçük…
Kaç yaşındaydı? Belki on beş, belki on altısındaydı. Çabuk, hızlı, aceleci adımlarla yürüyen bir kalabalığın peşine takılmış yürüyordu. Aslında buna yürümek denilemezdi. Adım atarak ilerlemiyor, tam bir azap içinde kıvranıyordu. Külçe gibi ağır cihazın içindeki zayıf bacağını adeta sürüklüyor, bu sürükleniş bedenindeki tüm damarların kanını kurutuyor, bayılacak gibi oluyordu. Ensesinden sırtına doğru boncuk boncuk terler akıyor, cılız ayağı topuğunda derin bir yara var gibi sızım sızım sızlıyordu. Beti benzi de atmıştı. Yüzü kül gibiydi.
Çekici gelen şehir
Zoru neydi peki? Sözümona, Kadıköy’de arkadaşlarıyla gezip tozacak, zapturapt altına alınmaktan kurtulup nefes alacakdı. Okuduğu yatılı lisenin son derece katı ve sert bir disiplini vardı. Bu kurallar zinciri onu adeta soluksuz bırakır, pencerelerden kuşbakışı şehri seyreder, şehrin canlılığı içinde kaybolmak isterdi. Her günü birbirinin benzeri olan bu uyuşukluktan kurtulup silkinmek, ufukları aşarak gökkuşağının yumuşak renkleri altında uyanıp uyanmak için neler vermezdi. Mıhlanıp kalmıştı pansiyonda. Sonunda, yalvara yakara okuldaki müdire hanımdan çarşı izni kopardı bir grup arkadaşıyla.
Hiçbir şey düşünmeden dolaşacak, özgür olmanın tadını iliklerinde duyumsayacaktı. İnsan boyunu aşan duvarların ardındaki dünyanın içine dalacak, eğlenmenin verdiği bir hafiflikte yatılıya dönecekti. Tüm düşleri tuzla buz oldu. Hangi akla uymuştu da gelmişti? Nerden bilirdi ki gölgesiz yollarda öksüz kalıp mahvolacağını… Off! Bitmeyen bir yol… Ya şu cihazın içinde baston yutmuş gibi dimdik duran, eğilip bükülmeyen bacağına ne demeliydi? Yeri göğü tırmalamak geliyordu içinden… Kendini kıskaca alınmış gibi duyumsuyordu… Yüksek kaldırımlar, eğri büğrü yollar, hiç bitmeyen merdivenler cin çarpmışa döndürüyordu onu… Ama asıl ciğerini sızlatan yok sayılmaktı.
Ölü müydü, diri miydi?
Yok sayılmanın dişli çarklarında bedeni parçalara ayrılıyor, o çarkın oynak bölümlerinde lime lime olan organlarını görebiliyordu. Gözleri yerinden çıkacakmış gibi fırladı. Demek ölüyordu. Peki, bu kalabalıklar ortasında cansız bir iskelet gibi taşıdığı bacağını sürüye sürüye götüren kişi kendisi değil miydi? Aklı durdu birdenbire. Nasıl olurdu bu!
Şimdi de, ardına bakmadan, hiç duraksamadan ilerleyen kalabalık, parça pürçük bedenini yerlerde sürüklüyor, akıl kethudaları oraya buraya emirler yağdırıyor, göz çekirdeğindeki ince ipliklerden zulmün karanlığı akıyordu. Binlerce, on binlerce bacak yüksekçe yerlerden, basamaklardan atlıyor, zıplıyor, kasığından tabanına kadar güçlü tekmelerini bedenine savuruyorlardı. Başının çevresinde fır fır dönüyorlar, ayakkabılarına geçirdikleri bağ deliklerinden fışkıran balgamlar üzerine yapışıyor, büyük bir tiksintiyle kaçmak, kaçıp denizyıldızlarının öldürülmediği ülkelere sığınmak istiyordu. Tüm bedeni yara bere içindeydi. Nefes alamıyor, kendisine bu eziyetleri yapan insan topluluğunun densizliğine bir anlam veremiyordu. Ayağa kalkmak istedi. Olmadı. Son bir kez daha devindi. Boğazından hırıltıyı andıran bir ses yükseliyor, gözünün önünden her şey siliniyordu. Gri bir sonsuzluğun içinde aniden başı yere düşüverdi. Artık üzerine saygısızca çullanan kalabalıklarla hiçbir ortak bağı kalmamıştı. Morarmış dudakları sarkmış, yüzünün rengi kireç gibi olmuştu. Gözkapakları gökyüzüne dikili kaldı. Tam da o anda, yüzüne çarpan, çarpıp geri dönerek ufuklarda kaybolan bir ışık gördü tepesinde.
Tepenin başındaki kendisi değil miydi? Demek ki daha yaşıyordu. Kuyruğu ve yelesi beyaz bir atın üstünde kalabalıkların ardı sıra dört nala koşturuyordu. Onlara yetişebilmek için akla gelmeyen cambazlıklar yapıyordu. İçlerine alsalar ne olurdu sanki? Pek bir değerinin olmadığı apaçık iken bu insan topluluklarına karışmayı istemek ne de saçma bir düşünceydi. Varlığından bile haberleri yoktu. Kimse ona aldırmıyor, yerde, havada, denizde kendini terk edilmiş gibi duyumsuyordu. Ölü müydü, diri miydi? Ne fark ederdi? Bu malum insan toplulukları, gözleri görse, kulakları duysa, ağzı laf da yapsa, canlı ve cansız nesnelerin gölgesinde yaşıyorlardı. Böyle insanlarla sevgi ve dostluğun tatlı anlarında buluşamazdı.
Godot gelmedi
Hani kimi kez şöyle de düşünmüyor değilim. Silik, son derece sessiz bir genç kız kimin umurunda olurdu? Ben varlığımı hatırlatmıyordum ki… Örneğin, “beni de bekleyin” diyebilirdim. İnsanlara o kadar kırgındım ki, bunu söylemek bana merhamet istemek gibi geliyordu.
Nedense, insanların darda kaldığımda beni göreceğini düşünüyor, sevgi ve şefkatle yüreğimdeki yaraları saracaklarını sanıyordum. Belki de asıl kör bendim. İnsanlar her yerdeydi. Ama hiçbir yerde yoktular. Bir adım ötemdeydiler. Ama kilometrelerce uzaktaydılar. Yine de bekledim… Yan yana olmayı, onlarla dolup taşmayı bekledim… Sürekli düşler kurdum… O düşlerde arkadaşlarımın ruhuna yaslandım… Hep düşlerde mutluluk şarkıları söyledim… Bir yandan kendi kabuğuma çekilmeyi yeğliyor, öte yandan sımsıcak dostlukların özlemiyle yanıp tutuşuyordum. Sessizce, suskun suskun bekledim… Godot gelmedi…
İki arada bir derede kalmak
Aslında Prag izlenimlerimi kaldığım yerden sürdürecektim. Beklemeyi sorgularken, bir zamanlar yok sayılmanın içimde yarattığı depremler ortaya çıkıverdi. Ket vuramadım yüreğime…
Beklemek, bulanık sularda donuk, anlamsız ve fersiz kalmaktı. Bu duygunun yüreğimi bir zamanlar girdap gibi burktuğunu biliyor, zırt pırt mola vererek insanları bekletmenin hoşnutsuzluğunu anlayabiliyordum.
Bu nedenle Prag yollarında bir türlü serinkanlı olmayı beceremedim. İçimde hep geç kalmanın telaşı vardı. Ancak elimden daha fazlası gelmiyordu. Grubu bekletmeme isteğim daha fazla sıkıntıya sokuyordu beni. Çünkü, gücümün üstünde bir güç harcıyor, bedenime eziyet ediyordum. Üstelik, kimilerinin düşüklük gösterip arkamdan abuk sabuk şeyler konuşacağını az-çok tahmin edebiliyordum. Onlara bu fırsatı vermek istemiyordum.
Bundan mıdır bilmem, buluşma noktasına en erken gelenlerden biriydim. Euro Gold Centre’in önünde buldum rehberimizi. Mahmut Bey’le selamlaştıktan sonra ona otobüsün nerede, yürüme mesafesinin çok olup olmadığını sordum. Dışarıdan oldukça soğuk gözüken bu adamın dudaklarında önce ufalıp dökülen sonra cana yakınlılığıyla insanı kuşatan bir gülümseme oluştu. Bana çaktırmadan “rahat ol” der gibiydi. Bize yolu tarif ettikten sonra, “isterseniz siz yavaş yavaş gidin” dedi. Evet, o ben daha söylemeden ne istediğimin ayrımına varmış, babacan tavırlarıyla içimi rahatlatmıştı.
Öteki yanımın sesi
Niçin, evet niçin? Yüreğim derece derece azalıp çoğalan kaygıların pençesinde kıvranıyor, bir türlü gevşeyemiyordum?
Bu endişelerime öteki yanım karşı çıkıyor, engellileri dışlayan her türlü hasta anlayışın kişisel değil toplumsal bir sorun olduğunu haykırıyor, her önyargının dünyayı cehenneme çevirdiğini söylüyor, bedenimin değil, toplumun beynine kazınan sağlamlık ideolojisinin sınırsız egemenliği bu dünyadan silinmedikçe gözle görünür bir rahatlıktan söz edilemeyeceğini bağıra çağıra anlatıyordu. Evet, eğlenceli bir yol arkadaşı değildim ama yeni yerler görmeye hakkım vardı. Bu düşüncelerle birlikte yüreğime bir iç rahatlığı çöktü. Dünyayı fethetmeye hazır gibi duyumsadım kendimi.
Otele gidiş
Yahudi Mahallesi’ndeki her biri bir sanat eseri kadar güzel olan evlerin arasından geçiyor, yüreğimdeki çeşitli tasaları yavaş yavaş unutuyordum. Eski Şehir Meydanı’ndan Cechuv Köprüsü’ne kadar yürüdük. Otobüse bindiğimde bir “ohh” çektim. Sonunda otele gidip dinlenebilecektim.
Prag’ın dışı pek de ilgi çekici değildi. Modern yapılar arasındaki geniş yollardan geçtikten sonra yeşillikler arasında yükselen bir binanın önünde durduk. Otelin önü mahşer günü gibiydi. Ne de çok grup vardı. Bu insan toplulukları arasında ne bize ne de onlara sıra gelirdi. Demek odamıza gitmek için bir süre daha bekleyecektik. Ama umduğum gibi olmadı. Mahmut Bey, kayıt işlemlerini tereyağından kıl çeker gibi halletti. Bizler de zahmetsizce odalarımıza yerleştik.
Küçük bir uyarı
Odamız son derece geniş ve ferahtı. Yataklar düzenli, çarşaflar temizdi. Tek eksiği değerli eşyalarımızı koyacağımız bir kasası yoktu. Rehberimiz, odalarımızda para ve kıymetli eşyalarımızı bırakmamız gerektiğini sıkı sıkı tembih etti. Hırsızlık olayları çok oluyormuş. Böyle durumlarda ne polis ne de otel herhangi bir sorumluluk alıyormuş.
Halen yürüyorduk
Odamıza çıkmamızla inmemiz bir oldu. Otel öylesine büyüktü ki, bir yerden bir yere gitmek için oldukça fazla yol yürümeniz gerekiyordu. Labirent gibi birbirinin aynısı koridorlar arasında kaybolmak içten bile değildi. Bu arada dilim damağım kurumuştu susuzluktan. İvedililikle bir market bulup doya doya su içmek istiyordum. Yakınlarda bir market olduğunu öğrendik.
Markete doğru yol alırken güneş batmak üzereydi. Akşam güneşi tepelerin ardında kayboluyor, Prag’ın arka sokaklarındaki tek tük evler belirsizleşiyor, taptaze yeni biçilmiş çimler arasında susuzluğumu gidermenin telaşıyla halen yürüyorduk.
Bir sonraki yazımda kaldığım yerden sürdüreceğim Prag izlenimlerimi.