Mucizevi an
Prag’da olmak harikulade bir duyguydu. Vlatava Nehri’nin kıyısında küçük adımlarla ilerliyordum. Birdenbire nehrin öbür yakasında “Kafka Museum” yazısını görünce nefesim tutulacak gibi oldu. Yosun yeşili yüksekçe bir binanın çevresine sıralanan tek katlı, kırmızı kiremitli, sivri çatılı evlerin önündeki sette kocaman harflerle “Kafka Museum” yazıyor, yazı nehrin bu yakasından çok rahatlıkla okunabiliyordu. Kalbim yepyeni duygularla dolup taştı o an. Demek Kafka’ya hiç olmadığım kadar yakındım. Sonsuz bir mutluluk içindeydim. Bir adam, fildişi rengindeki evin kulesinden bana el sallıyor, sessiz haykırışları kulaklarımı sağır ediyor, yumuşak ve ürkek bir sesle “hoş geldin” diyordu. Nerde olsa tanırdım onun karışık ve derinlikli bakışlarını… “Hoşbulduk “ dedim fısıltıyla…
Kategorize edilmenin ateşi
Bu gerçekliklerden kopuş muydu? Ya da ona varış mıydı? Tüm gençliğim boyunca kategorize edilmenin ateşinde yanmamış mıydım? Tektipleştirmenin karaltısı dünyamı sinsi sinsi kuşatmamış mıydı? Tüm gündüzlerime akşam karanlığı çökmemiş miydi? O anlarda yalnızlığın garip hüznü çökerdi yüreğime. İnsanlarla konuşmak, yaşama karışmak can atardım oysa. Böyle anlarda yüzüm güleç olurdu. Ne zaman içimden geldiği gibi kahkaha atmak istesem, iç acıtıcı bir aşağılamayla o gülüşler dudaklarımda donup kalırdı. İçimden dışarıya sızmak isteyen sevinçler küllenirdi yavaş yavaş. Böyle karaltılı bir dünyada zaten yoktum.
Anlamak ve anlaşıldığını bilmek
O ara bir bulutun tepesinde Kafka çıkagelirdi ansızın. Bu bir düş müydü, masal mıydı? O cin miydi, yoksa insan mıydı? Ne o ne de buydu. O yabancılaşan bir dünyada insan varoluşunun önündeki engelleri mesellerle anlatan, toplumun gazabına uğrayanların görüntüsüydü. O yalçın kayalıklarda zincire vurulanları öylesine güzel betimliyordu ki, gerçeğin görüngüsü karşısında beynim tutulurdu. Anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştıklarım yalnızca onun yazdıklarındaydı. Ne eş, dost, ne de akraba… Ben ne zaman sevgiyle birine sokulmak istesem, Kafka’nın sözcüklerine başımı dayadım. Anlamak ve anlaşıldığını bilmek çok tatlı bir duyguydu. Betimlemeleri bir o kadar güçlü ve sarsıcı, ufukları bu maskeli dünyanın dışavurumuydu.
Sonsuzluğun şehri Prag
Bu arada, gün ışınları yüzünde oynaşan Vlatava, bir mucizeye tanıklık yapmanın sevinciyle dalgalanır gibi oldu. Birbirlerini görmeden anlayan kalplerin şarkısını söyleye söyleye nehir kıyısından yürüyerek Charles Köprüsü’ne geldim.
Bu tarihi ve turisttik köprünün başında biraz durdum, soluklandım. Bakışlarımı Prag’ı birbirinden ayıran Vlatava Nehri’ne çevirdim. Nehir , güneş ışınlarını içine çekerek pırıl pırıl parlıyor, dingin ve telaşsız görünümüyle mışıl mışıl uyuyordu sanki. Açık gökyüzünden şehre billur gibi aydınlık akarken kendimi şehrin sihrine kaptırmıştım bile.
St. Vitus Katedrali şehre tepeden bakıyor, güneşin sırmalı kıvılcımları ufukları delip geçecek gibi duran kulelerinde parlıyordu. Nehrin ta ötelerinde iki ayrı kıyıyı birbirine bağlayan köprüler bir kıyıdan ötekine atılan salıncaklar gibiydi. Gökyüzünde salkım saçak Gotik tarzı kuleler geziniyordu. Her biri bağımlılığa, tutukluluğa ya da baskı altındaki her şeye başkaldırarak kendini özgür kılmıştı. Fezada asılı kalan bu kuleleri ne rüzgar ne de başka bir afet baş eğdirebilirdi. Prag sonsuzluğun şehriydi. O sonsuzlukta birbirine tepeden bakan kırmızı damların tepelerinde rengarenk ışıklar uçuşuyordu. Bu ışıklar Charles Köprüsü’nün üstünde heybetli görünüşleriyle nöbet tutan heykel başlarına kadar ulaşıyor, uzaklara çok uzaklara doğru ilerliyordu. . Bu manzara karşısında öylesine kendimden geçmiştim ki, zaman da durmuştu sanki.
Cıvıl cıvıl Charles Köprüsü
Köprü çok kalabalıktı. Üstelik heykel cennetiydi. Ancak, bizim zamanımız olmadığından her bir heykelin başında durup inceleyemedik. Hıristiyanların dokunmak için birbirini ezdiği Nebukmunlu John Heykeli’nin yalnızca uzaktan resmini çektim. Rehberimiz Türk korkusunun betimlendiği bir heykelin başına götürdü bizi. Bu heykel Zindancı olarak anılıyormuş. Betimlemeye göre, Hıristiyanlığı kabul etmeyenler, Türk zindancısı tarafından zindana kapatılmış.
Charles Köprüsü cıvıl cıvıldı. Öylesine renkli ve bir o kadar da ilgi çekiciydi. Türlü müzik aletleriyle müzik ziyafeti sunanlar… Hem eliyle hem ayağıyla müzik yapanlar… Özgün kostümlerle duran adamlar… Portrenizi çizenler… Hediyelik eşya satanlar… Kendimi maskeli bir baloda sandım. Prag’ı yaşamak böyle bir şeydi. Bunu bilmek ise, apayrı bir duyguydu. Şehirden yükselen neşe yaşamı büyük bir şevkle kucaklamama yetti de arttı bile.
İltifat etmeyen Prag yolları
Öylesine güzel bir hava vardı ki, kalın giysiler içinde oldukça terledik. Güneş tepemizde ışıl ışıl parlıyor, gözden ırak mahallelere ışıltılı yüzü düşüyordu.
Bu arada yorgunluktan ölmek üzereydim. Dar Prag sokaklarında insanlara çarpmamak için büyük çaba harcıyordum. Kimileyin arnavut kaldırımı yollarda yürümekte sıkıntı yaşıyordum. Belli büyüklükte döşenmiş taşlar arasında kovuk gibi çökeltili alanlar vardı. Birdenbire yürürken istemeden ayağım o çukurlardan birine düşüyor, dengemi sağlamakta zorlanıyordum. Dikkatli yürümek zorundaydım. Yolu sezgime dayalı bir oranlamayla takip ediyor, çukura gömülü yerleri atlıyor, adımlarımı yolun durumuna göre ayarlıyordum.
Yol mühendisi oldum desem abartmamış olurum. Gözlerimi yoldan ayırmadığım zamanlarda çoğu görmek istediğim yeri kaçırdım. Hele bir de buna Prag’ın on-onbeş saniye yanan trafik lambaları eklenince sıkı fıkı oldum uzaklıklarla.
Eski Şehir Meydanı
Uzun bir yürüyüş sonunda Eski Şehir Meydanı’na vardık. Meydana adım atar atmaz gözlerim kamaştı. Yüreğim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Nasıl da tatlı bir heyecan esiyordu ruhumda. Saydam gökyüzünün altında birbirini kesen sivri kuleler tarihin eski zamanlarından fırlamış gibi duruyordu. Güneşe boğulmuş meydanda Meryem Ana Katedrali’nin siyahlaşmış kuleleri karanlık bir dehlizi anımsattı bana. İnsanda boğuntu duygusu uyandıran bu katedralin görünüşü Kafka’yı da çok etkilemiş.
Meydanın hemen girişinde yer alan Astronomik Saat’in sivri kuleleri soluksuz bir güzellikle yükseliyor, kararmış gövdesinden sapsarı renkler yere düşüyor, Kafka’nın bir zamanlar yaşadığı evin arkasında kaybolarak yok oluyordu.
Gotik mimarinin tüm ihtişamını duyumsadığınız meydanda sürekli kımıldayan, kımıldadıkça genişleyip daralan hareketli bir kalabalık vardı. Biz de insan yığınlarını geçerek ilerledik.
Zamanın sersemlediği an
Astronomik Saat’in önünde durduk. Saatin devasa büyüklükte gövdesi güneşimizi gölgeliyor, o gövdeden geçmişin izleri coşkun bir ırmak gibi yüreğime akıyordu. Üzerindeki heykeller, sanatın tüm güzelliği ve yüceliğini gözler önüne seriyordu.
Saat üzerinde iki kadran vardı. Biri ayları, diğeri astronomik ayrıntıları gösteriyormuş. İnsanların ilgisini çeken en ilginç görüntü ise şöyleydi: Her saat başı ölüm müziğini andıran çanlar çalıyordu. Astronomik kadranın üstündeki iki küçük pencereden on iki havari görünüyor, sırayla geçip gidiyorlardı. Bir horoz sesi size gösterinin bittiğini haber verse de, “bu kadar mıydı” diye kendi kendinize hayıflanıyorsunuz. Pencereler kapanıyor, arkasından bir borazan sesi duyuluyordu.
Bu sesle birlikte gerçekle olan bağlarınız kopuyordu. Kendinizi eski zamanların engin mekanlarında duyumsuyor gibi oluyorsunuz. Gündelik yaşamın sıradan koşturmaları, bir incir çekirdeğini doldurmayan küçücük sorunlar, değer verilmeyecek ufak çaptaki olaylar belleğinizden siliniyordu.
Akreple yelkovanın sandığı bomboştu. Zaman sersemleyip kalmıştı Prag meydanında… Tıpkı Astronomik Saat Kulesi’nde mimar Hanuş’un betimlediği gibi…
Çanlar insanlık için çalıyor
Sanatla, insan kendi bilincini, kimliğini bulur. Saatin çevresini süsleyen heykellerden insanlar ne kadar kıssadan hisse çıkardılar bilmiyorum.
Astronomik kadranın çevresinde, elinde ayna tutan adam kendini beğenmişliği, altın torbası taşıyan adam cimriliği, elinde fener bulunan iskeletli adam ölümü, elinde müzik aleti olan adam eğlenceye düşkünlüğü simgeliyormuş. Hanuş bu dünyada hırslarına yenik düşen gafillere ölümü anımsatarak sahip oldukları “definelerin” mikroskopik bir ayrıntıdan başka hiçbir şey olmadığını dile getiriyordu.
Ayları gösteren kadranın çevresinde ise, eğitim, adalet, bilim ve astronominin önemine vurgu yapıyormuş. Hanuş, o an insanın yolunun bilim yolu olduğunu kulaklarıma fısıldıyordu. İçimde yüksek duygular şahlandı birdenbire. Evet, bir gün, nitelikli bir eğitimle adaleti ayakları altına alıp çiğneyen insanlığın bozguncuları silinip gidecekti dünyamızdan. Dogmatik düşünceler, astronominin gücü karşısında kasvetli karaltılarda yok olacaktı. İnsanlığın yolunu betimleyen Hanuş ruhumda ılık rüzgarlar estirdi. Bu rüzgarın gücüne kapılarak daha yaşanabilir bir dünya düşledim o an.
Bir bardak su içmenin mutluluğu
Bu sayısız insan yığınları arasında kaç kişi benim gibi düşünüyordu, bilmiyorum. Geçmişin hudutları içine girmiş, yaşadığım anı aşarak engin düşüncelere dalmıştım. Ancak, ayakta duracak dermanım kalmamıştı. Bir yere oturup dinlenmeliydim. Üstelik karnım da zil çalıyordu. Rehberimiz meydanda üç saat serbest zaman verdi bizlere. Hep birlikte onun önerdiği Türk döviz bürosuna gittik. Euro bozdurup Çek Kronu aldık. Bu arada güneşin altında saatlerce yürümekten dilim damağım kurumuştu. Büroda Türklerin ikram ettiği suyu kana kana içtim. Bir bardak su içmenin mutluluğu dünyaya bedeldi. Ayaklarıma kara sular inse de, öncelikle karnımızı doyuracak bir restoran bulmalıydık.
Giovanni’de İtalyan makarnası yemek
Meydandan Giovanni restoranın tabelası görülüyordu. Kızımla birlikte Giovanni’ye gidip İtalyan makarnası yemeğe karar verdik. Arnavut kaldırımı daracık sokaklardan geçerek ışıklarla aydınlatılmış han gibi bir yerden geçtik. Giovanni ölgün sarı ışıklar altında cıvıl cıvıl bir kalabalığa ev sahipliği yapıyordu. Dışarıya atılmış tahta masalarda oturan insanlar, yemeklerini yiyorlar, kendi aralarında koyu bir sohbete dalmış gözüküyorlardı. Biz de dışarıda bir pencere kenarına oturmayı yeğledik. Pencereden içeri bakıldığında restoranın kubbeli tavanında rengarenk süslemelerle, aplik lambalardan süzülen zayıf ışıklar dikkati çekiyordu. Yanı başımızdaki saksıda başlarını dışarıya uzatmış gibi duran adını bilmediğim bir sürü çiçek, dingin, erinçli ve mutlu gözüküyordu. Çat pat İngilizcemizle siparişimizi verdik.
Rehberimizin Çeklerin son derece soğuk ve kaba insanlar olduklarını söylemişti. Öyle garsonlar bizdeki gibi çevrenizde dört dönüp hizmet etmezmiş. Gittiğimiz restoranlarda ince olmayan davranışlarla karşılaşırsak, bunu kendi üzerimize almamamız gerektiğini, Çeklerin karakteristik özelliklerinin böyle olduğunu belirtmişti. Oysa bize hizmet eden garson son derece kibar ve güler yüzlüydü. Meğer Çek değilmiş.
Yemeğimizi beklediğimiz sırada bir sigara yaktım. Açlıktan midem kazınıyordu. Acıkan ne olsa yerdi, acıyan ne olsa söylerdi. Ben de öylesine açtım ki, önüme ne gelirse yiyebilirdim. O arada siparişimiz geldi. Birdenbire koskocaman servis tabağında üzeri maydanozlarla süslü bir avuç makarnayı görünce düş kırıklığına uğradım. Aç doymam, tok acıkmam sanırmış ya! Ben de o misal işte. Önümdeki avucum kadar makarnayla doymayacağımı düşündüm. Doymadım zaten. Yalnızca açlığımı bastırdım. Üstelik fiyatlar da çok pahalıydı. Bir makarnayla suya kişi başı Türk parasıyla on beş lira verip çıktık.
Turkuaz renkli bir ırmakta ışık
Daha sonra, meydanda Tyn Kilisesi’nin önündeki Jan Hus anıtının dibindeki banklara gelip oturdum. Jan Hus, dalgalanan, dalgalandıkça köpürüp azgınlaşan turkuaz renkli bir ırmağın ortasında tüm heybetiyle dikiliyor, tertemiz havayı içine çekerek ışık saçıyordu sanki. Ağır ağır yükselen ırmakta dini kendi çıkarları için kullananlar can çekişiyor, bağnazlığın esaretinden kurtulanlar ise, Tanrı’ya ellerini açmış dua ediyorlar gibi geldi bana.
Jan Hus, Martin Luther’den önce Katolik Kilise’sinin katı tutumlarına karşı savaş açmış. Özellikle tanrıyla insan arasına giren herhangi bir varlığın olmaması gerektiğini insanlara anlatmış. Tabii, tüm bunlar kilisenin işine gelmediği için yakılarak öldürülmüş. Şimdilerde protestanlığın babası kabul ediliyormuş.
Kafka’nın ruhu
Prag’a en çok Kafka’nın ruhunu duyabilmek için gelmiştim. İşte onun en çok zamanını geçirdiği meydandaydım. O da bu yollardan yürüyerek okuluna gitmiş, üniversiteyi burada bitirmiş, arkadaşı Max Brod’la meydana yakın kafelerde buluşmuştu. Yaşamının büyük bir kısmını geçirmiş olduğu çeşitli motiflerle süslü evinin önüne gittiğimde heyecandan fenalaşır gibi oldum. O an, ayaklarım beni taşımayı reddetse de, Kafkaizm aşkı beni güçlü kılmaya yetti. Ufak tefek, sıska bir adam belirdi kapıda. Bana doğru ilerliyordu. Melon şapkasının altındaki ışıl ışıl kara gözlerinden bir çocuk saflığı akıyordu. İncecik dudaklarında cana yakın, uysal bir gülümseme vardı. Yüzüm aydınlandı birdenbire. Elimi eline uzatıp tokalaştığımızda başım döner gibi oldu. Avuç içlerim terliyordu. Kalbim güp güp atıyordu. Ruhumun derinliklerinde sonsuz bir sevinç adım adım geziniyordu. Kendimi hep bu tutkuya hazırlamıştım. Şimdi onun soluğunu ensemde duyumsuyor, göklerde uçuyordum. Her uçuşta ondan uzaklaşıyor, gevşemiş ayaklarımın altında Vlatava’ya ip gibi asılmış duran köprülerinde çiçekten harfler görüyordum. O harfler omuzlarını oynatarak birleştiğinde “hayatta başardığım ne varsa yalnızlığımın karşılığıdır” yazıyordu.
Yalnızlığın ıssızlıklarında
Yabancılaşmanın sarstığı ıssızlıklarda kendimi onunla keşfettim. Öç alıcı mekanlar, dışlayıcı ortam, toplumun otoriter baskısı, tüm engellileri olduğu gibi beni de karanlık mağaralara tıkmamış mıydı? Koskocaman bir dev önümüzde duruyor, insanların fiziksel görüntüsüne göre, hepimize görevler veriyordu. O devin yılanbaşlı bezirganları, farklı olanları parçalayıp yutuyor, aç kurtlar, yarattıkları kurmaca sağlamlık ideolojisinin kovuklarında uluyarak göz korkutmaya çalışıyorlardı. Böylesine barbar bir dünyada çırpınan yüreğim öylesine hırpalanmıştı ki, nefretle sevgi arasına sıkışıp kalmıştım.
Kafka’nın yapıtlarında var oluşumun ipuçlarını buluyor, bu buluş beni büyük bir hayret ve hayranlık duygusuna doğru sürüklüyordu. Kimileri Kafka’da umut yok dese de, ben buna inanmıyorum. Çünkü, kendini keşfetmek umudun ta kendisidir. Bu keşiften sonra başlar mücadele. Kafka bu dünyanın tanığıdır. Yapıtlarında korku ve yılgınlık olsa da, yaşamın bir gerçeğini gösterdiği için karanlıktan aydınlığa çıkarır insanı.
Festival havası ruhumu sararken
Jan Hus Heykeli’nin önündeki parkta otururken kendimi çok yorgun duyumsuyordum. Nerdeyse, uçaktan indiğimizden beri yürüyor, bacak kaslarım sızım sızım sızlıyordu. Bir adım daha atacak halim yoktu. Meydan o kadar renkli ve canlıydı ki, bu hareketlilik beni de içine alıyor, yorgunluğumu unutuyordum. Neşeli bir dünyaya adım atmanın heyecanıyla adeta sarhoş oluyordum.
Meydanda tam bir festival havası vardı. Bir adam, başında peruğu, üzerinde uçları fırfırlı kısa pantolonu, farbalalı gömleği, kol kapakları süslü uzun ceketi, ayağında uzun çoraplarıyla heykel gibi kıpırtısız duruyordu. Siz yanınızdan geçerken dikkatinizi çekmek için garip sesler çıkartıyor, önündeki kutuya para atmanızı bekliyordu. Daha ilerlerde üstünde kısa, kolsuz yelekler olan, upuzun etekleri güneşin altında ışıl ışıl parlayan iki kişi, akışkan kalabalığa bir müzik ziyafeti çekiyor, keman ve bariton sesleri ortalığı inletiyordu. Başka bir köşede, beyaz gömlekli, kırmızı kareli etekli, uzun çizmeli bir adam gayda çalıyor, sevinçli notalar çevresine toplanan kabalığı coşturmaya yetiyordu. Daha beride, yanında su kovası bulunan bir adam, kovanın içine daldırdığı çubuğu üflüyor, havada uçuşan su balonları en çok çocukların ilgisini çekse de, büyüklerde en az onlar kadar eğleniyordu.
Gökyüzüne havalanan, havalanıp birdenbire sönen köpükten balonların çevresinde koşturan çocuklar, değişik kostümlü erkeklerin coşturan müzikleri, Astronomik Saat Kulesi’den her saat başı meydana yayılan tiz ve gür borazan sesi, on dakikada bir yanınızdan gelip geçen faytonlar karşısında kendi varlığımı unutmuştum. Sanki, eski zamanların olduğu bir toprak parçasında yaşıyor, o çağın tüm güzelliklerine tanıklık ediyordum. Kızımın seslenişiyle içine daldığım bu dünyadan uyanır gibi oldum.
İnsanları birleştiren köprü: Turizm
Kendimi şehrin insanı sarıp sarmalayan renkli dokusuna bıraktım. Önümden ülke, dil, din, ırk, inanç, fiziksel görüntü açısından farklı olan, bu farklılıkları birbiri içinde eriten kalabalıklar geçiyordu. Bu karıncalar gibi kaynayan insan toplulukları, tektipleştirmeyi, ayniliği baş döndürücü bir hızla aşıp geçiyor, uzaklardan gelen Beeethoven’in 9. Senfonisi’nin nağmeleri insan kulağına, yüreğine sevgiyi ve kardeşliği üflüyordu. İnsanları ötekileştiren ideolojiler, karanlık uçurumlarda parça parça yok oluyor, farklılığın seremonisinde ışıklı kıvılcımlar yanıp yanıp sönüyordu. Turizm tüm insanları birleştiren bir köprüydü. Ben de bu köprüde olmaktan mutluydum.
Bu arada saat epeyce ilerlemişti. Rehberimizle buluşma zamanı gelmişti. Oturduğum yerden ağır ağır kalktım. Rehberimizin söylediği buluşma noktasına doğru ilerledim. Henüz otobüslere gitmek için epeyce yol yürüyeceğimi bilmiyor, bir an önce otele gidip dinlenme isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Bundan sonraki yolculuğumu bir öteki yazımda paylaşacağım.