Primatlar ve Dayanışma Ruhu
Sakatların geçmişini ve tarihini araştırdığımda en çok hoşuma giden tarih öncesi dönemde primat kümeleri arasında gördüğüm dayanışma ruhuydu. Doğanın zor koşulları içinde yaşama savaşı veren primatlarda ilk kez sakatlık olgusuyla karşılaşıyoruz. Yaşamak için yiyecek aramaya çıkan primatlar, bu sırada ya ağaçlardan düşüyorlar ya da vahşi hayvanlarla karşılaşarak yaralanıyorlar. Kolları, bacakları kırılıyor. İlginç olan nedir biliyor musunuz? Sakat kalmaları yaşamlarını sürdürmelerine engel olmuyor. Dışlanma, ötekileştirme, aşağılanma ve damgalanma yok. Sakatlık durumu birliktelik ve dayanışma ruhuyla aşılıyor. Bu duygu ve düşünce ortaklığını çok sevmiştim ben…
Taksim Gezi Parkı’ndaki Birlik ve Beraberlik Anlayışı
Akşam televizyonda Taksim Direnişi’ne katılan gençleri izledim. Hepsi de pırıl pırıl… Düşünüyorlar, sorguluyorlar, tepkilerini dile getiriyorlar… İçlerinde her renkten insan var… Bu çok çeşitliliği görünce içim ışıdı. Kürdü, Türkü, Alevisi, Sünnisi, inançlısı, ateisti, sağcısı, solcusu, kadını, erkeği hep bir araya gelmişler… Küresel sermayeye ve emparyalizme karşı bir duruş sergiliyorlar… Özgürlük ve eşitlik istiyoruz diyorlar… Halkın sağılacak inek olmadığını dile getiriyorlar… Uçsuz bucaksız toprakların, ormanların HES’lerle, nükleer santrallerle talan edilmesini istemiyorlar… Betonlaşma ve AVM’lere karşılar… Nefes almak istediklerini söylüyorlar… Kısacası, gençler köleliğe direniyorlar… Her şeyin metalaştığı ve paraya odaklandığı bu sisteme başkaldırıyorlar…
Perşembenin Gelişi Çarşambadan Belli miydi?
Zaman zaman gündeme düşen ODTÜ olaylarını hatırlar mısınız bilmem! Muhalif tavırlarıyla iktidara karşı bir duruş sergileyen öğrencilere çok sert müdahaleler yapılmadı mı? Biber gazı ve tazyikli su sıkılmadı mı? Ya da benzer olaylar başka üniversitelerde cerayan etmedi mi? Bir yandan gençlere okuyun “adam olun” diyoruz. Okuyun, bizim gibi cahil kalmayın, diyoruz. Sonra da, o gençler, mevcut düzeni sorguladıklarında basıyoruz biber gazını… Bu okuyup “adam olmak” nasıl bir şeyse! Bu gençlerin kendilerine ait düşünceleri olmayacak mı? Üniversiteler bilim yuvaları değil midir? Sorgulamak, düşünmek, irdelemek, araştırmak üniversitelerin özü değil midir? Bu gençler, ülkemde ne oluyorsa olup bitsin, bana ne mi diyecek? Oturup kantinde plastik bardakta çay içip o kızı, bu erkeği mi kesecek?” En mutlu insan düşünmeyen insandır”, modasının geçtiğini gösterdiler bizlere bu gençler…
Okuyamadığımız Gençlik
Her ne kadar ülkemizde ODTÜ benzeri gençlik eylemleri olsa da, ben de bugünün gençliğini tam olarak okuyamayanlardanım. Gençlik apolitik… Hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar derdim zaman zaman. Yanıldım mı? Genel olarak gençlerin dünyada ve ülkemizde olan meselelere kayıtsız kaldıklarını gözlemlemiştim. Öyleydiler çünkü. Ama işin ucu kendi yaşamlarına dokununca büyük bir direniş gösterdiler. Yanıldığım nokta şuydu. Bu gençlik, gerçekten de özgürlükçü bir kuşak. En basiti 90 kuşağından olan kızımdan biliyorum. İkincisi, ben de sosyal medyayı hafife alanlardanım. Hatta yaşamımıza internetin bu kadar girmesine sinir oluyordum. Ben gazeteyi gazeteden okumayı severim halen. Twitter falan faso fiso şeylerdi. Bilişim çağına onlar gibi hemen ayak uyduramıyoruz. Çağımız internet çağı… Onlar da internet çocukları… Daha pratik düşünüyorlar, daha pratik yaşıyorlar, özgürlük alanlarına girildiğinde de, daha çabuk örgütlenerek tepkilerini veriyorlar… Belki de, bu yüzden Taksim Gezi Parkı’nın böylesine devasa bir direnişe dönüşeceğini önceden okuyamadım.
Kör ve Sağır Medya
Üstelik ülkede yer yerinden oynarken mevcut medyanın olanları görmezden gelmesi bardağı taşıran damlalardan biri oldu. Ben gazetecilik okudum. Bize öğretilen şudur. “Herkesin haber alma özgürlüğü vardır. Basın ve medya mensupları haberi çarpıtmadan, objektif vermekle sorumludur. Haber kanallarının görevi, haber vermektir.” Mevcut medya kanalları sahiplerinin aynı zamanda ülkenin sermaye kümeleri içinde yer alması, tekelleşerek ticari kaygılarla hareket etmeleri medyanın bağımsız olmasına gölge düşürüyordu. Bu yalnızca bugünlük bir sorun değil… Uzun süredir medyamız bağımsız ve özerk değil… Ama gerçeğin görünen yüzü bu olaylarda daha fazla ortaya çıktı. Halk, mevcut haber kanallarından alamadığı haberleri sosyal medyadan öğrendi. Kimi kez, yalan yanlış haberlerle halkın beyni iğdiş edildi. Küfürler, hakaretler havada uçuştu. Bu dili sevmiyorum ben… Özellikle kadınlar üzerinden yapılan küfürler, tüm kadınları aşağılamaktır. Bu söylemler, kadınların onurunu ayaklar altına almaktır. Feodalitenin kalıntılarından kurtulamadığımız sürece cinsiyet ayrımcığı da sürüp gidecektir. Önce beynimizi feodalitenin artıklarından temizleyelim.
“Altın” Çağın Tenekeleri
Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde sanayileşmeyle birlikte tarım ve toprak ticarileşmeye başladı. Bu süreç, tüm dünya halklarını etkilerden engellilerin nasıl etkilendiğinden hiç kimse söz etmedi. Çünkü, onlar “sağlam” beyazların köleleriydi. 19. yüzyılda kapitalizmin kurumsallaşmasıyla birlikte burjuva düzeninin ucubeleri oldular, hapishanenelere tıkıldılar, yok edildiler, öldürüldüler. Kapitalizmin bakımlı bahçelerinde yabanıl ağaçlara yer yoktu. Sağlamlılığı yüceltmek, dışlananın/yok sayılanın bayağılaştırılmasıydı. Biçimsel güzellik düşkünlüğü, iç rahatlacı bir şeydi. O günlerden bu günlere geldiğimizde, engelliler, burjuva düzeninin çarpık makineleri olarak görülmeye devam ediyor… Bedenlerimiz kutsal putlar önünde yerlere serilen bir paspas değil… Sağlamcılığı kışkırtan bu düzen, sakat bedenleri silahlarıyla vururken hep kendi benini besledi. Bu da kaçınılmaz olarak, pazara sürülen, o pazarda sağlamla çürüğün ayıklandığı bir sistemi meşrulaştırdı. Sonunda, engelliler, yalnızlaştırıldı. Engelliler, mutsuz bir yaşamın büyüyen uçurumlarında ömür tükettiler…
Bugün paranın tüm değerlerin üstünden silindir gibi geçmesi, doğanın ticarileştirilerek varsıllara peşkeş çekilmesi, insan ilişkilerinin maddileşmesi ve bedenlerimizin bir metaya dönüşerek değer biçilmesi, yoksulluk ve işsizlik yaşamın çok yanlılığı içinde o kadar yalın gözüküyor ki, bunları görmemek için kalplerimizin kapalı olması demek…
Neden Romantik Olmayacağız?
Dün akşam televizyonda gençleri izlerken sunucu şöyle dedi. “ Çok romantiksiniz” Kendi kendime gülümsedim. Neden romantik olmayacağız? Primat dönemlerinde olduğu gibi güçlü bir öz duyarlılıkla ve dayanışma ruhu içinde yalnızlaştırılmadığımız, ötekileştirmediğimiz bir dünyayı özlemiştim… İnsanı insanlıktan çıkaran kapitalizmin çelişkilerini gören bu gençliğin bu kadar çok renklilik içinde birliğe atılımlarını ta yüreğimde duyumsuyorum. Az da olsa, bu hareketin içinde engelliler de vardı. Bastonlarıyla, tekerlekli sandalyeleriyle, çakma bacaklarıyla onlar, dondurucu bir yalnızlıktan çoğaltıcı bir güzelliğe koşuyorlar…
Rousseau “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev’inde “Doğal yaşamın içindeyken daha endişesiz yaşıyorduk. İçimden gelen esine uyarak gerçeği savunduktan sonra, hakkımdaki yargı ne olursa olsun, benim mutlaka kazanacak olduğum bir armağan vardır: Bu armağanı kendi yüreğimde bulacağım, “ der.
Bugün benim yüreğimin armağanı ise, toplumsal bir bütünlük içinde insanın fışkırdığı kaynağa dönmesidir. Hem neden romantik olmayacağız?