Bugün 10 Mayıs… Engelliler Haftası’nın ilk günü… Kutlamalar, etkinlikler, yürüyüşler, basın açıklamaları… Her zaman ki, bilindik görüntüler…
Halka tepeden bakan, ütülü pantolonlu, kravatlı, doygun bürokratlar, kürsülere çıkıp çeşitli sloganlar atacaklar… “Engel beden de değil, yürektedir” diyecekler…
Oligarşik politikacılar, bir sürü laf hokkabazlığı yapacaklar…
Köhnemiş sivil toplum örgütlerinin sivil yöneticileri radyolara, televizyonlara çıkıp bol bol nutuk atacaklar…
“Biz toplumun vicdanı değiliz” diye bas bas bağırdıktan sonra çevrelerindeki güruha engelliler adına bir şeyler sattırabilmek koşturacaklar…
Dördüncü kuvvet medyanın medyumları özgürlüğü ağızlarına pelesenk yaparken engellilere yalnızca satır aralarında yer verecekler…
“Nerde beleş, oraya yerleş anlayışı” içindeki engellilerimiz, söz konusu haklar olduğunda kıllarını bile kıpırdatmayacaklar…
İster yukarıdan aşağı, isterse aşağıdan yukarı baktığımızda çarpık bir zincirleşme var.
Eskimiş, çağ dışı kalmış bir zincirin halkaları bunlar…
İnanılmaz bir ikiyüzlülük…
Utanç verici bir umursamazlık…
Tersi olsaydı, politikacılar ya da bürokratlar, yorulmak bilmeyen bir çabanın içinde gözükürken öte yandan çoğunluğa göre yaşam alanları kurmazlardı. Engellinin iki kuruş maaşına göz dikmezlerdi. Onlara ortez ya da protezlerinin parasını kendi ceplerinden ödetmezlerdi.
Bizler, kendi kendimize engelli olmadık…
Bu ülkenin olumsuz yaşama koşullarından dolayı engelli kaldık ya da hep sürgün yedik.
Engelli olmamız, yeryüzündeki yaşamdan sonsuza dek firar edeceğimiz anlamına mı geliyor?
Kendi paramızı kendimiz kazanmak…
Kendi maaşımızı kendimiz bankamatiklerden çekerek gönlümüzce harcamak…
Karnımız acıktığında belki bir tostla çay içmek…
Canımız istediğinde istediğimiz yere gitmek…
Sevgilimizle, arkadaşımızla, yoldaşımızla parklarda, bahçelerde kasvet duygusu yaşamadan dolaşmak…
Bu yaşamın içinde yıpranmadan, eziyet çekmeden, her gittiğimiz yerde “engelli tuvaleti var mı, yok mu “ diye endişelenmeden nefes almak…
Yemek içmek, gezip eğlenmek, alışverişe çıkmak, işe ya da sinema, tiyatroya gitmek…
Tüm bunların nesi lütuf olabilir!
Sıradan bir yaşam… Sizin gibi… Onun gibi… Şunun gibi…
Kimi uydurma söylencelerin arkasına takılan dar kafalıların hor gören bakışlarıyla karşılaşmadan yol almak…
“Normal” ve “anormal” gibi insanlık dışı kavramların yükünden arınmak…
Çoğunluğun kurduğu baskıcı ortamın yörüngesinden kurtularak sınırlar olmadan sevinç çığlıkları atmak…
Eski dünyanın süprüntülerini bir kenara atarak yepyeni bir dünya yaratmak…
Kendi yaşamını ele geçirmenin mutluluğunu duyumsayarak, aptal bir zihniyetin kuşatmasından kurtularak özgür bireyler olmak…
Bizler, yaşamlarımızın ipotek altına alınmasını istemiyoruz.
Kuşkusuz, eşitlik, özgürlük, insan hakları temel değerlerdir. Her sözün başında bunlardan dem vuruyoruz. Evet, engelliler tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi bugün de toplumsal yaşamın dışında yer alıyorlar. Eğer bizlere verilen haklar, yalnızca yasalarda kalıyorsa, pratik yaşamda uygulanmıyorsa, örgütlü bir toplum olmak zorundayız.
Ama öncelikle birey olmanın sorumluluklarını bilerek, o sorumluluğu duyumsayarak kendimizi dünyaya açmalıyız. Sonra da sivil toplum örgütlerindeki çarpık yapılaşmanın nedenlerini sorgulamalı, kendi kurumlarımızdan kaçmamalıyız. Ancak, örgütlü olursak, sesimizi büyük kitlelere duyurabiliriz.
Sürekli şikayet ederek bir yere varamayız. Çözüm önerileri sunmalı, Türkiye’de neden bir engelliler hareketi olmadığının üzerinde durmalı, sorunların temelinde yatan olguları çözümlemeliyiz.
Yalnızca sokağa çıkıp biz haklarımızı istiyoruz demekle iş bitmiyor. Burjuva demokrasilerinde sivil toplum örgütlerinin işlevi bir çeşit sibopur. Sokağa çıkar, bağırır, çağırır, sonra da rahatlarsınız. Kendinizin yüce bir iş yaptığına inanır, eve gelip rahatça koltuğunuza oturursunuz. İşte o kadar…