Emine Uçak Erdoğan: 1973 yılında Siirt’in Şirvan ilçesinde Doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu Uçak Erdoğan, Çağrışım dergisi ve TGRT’nin ardından ihlas Haber Ajansı’nda editörlük yaptı. Türkhaber gazetesinin kuruluşunda yer aldı. İSTON AŞ’de yayın sorumlusu olarak görev yaptı. 2008 yılında, “Çanakkale Savaşı’nda Kürt Civanlar” 2011 yılında “Keje: Bir Gecede Büyümek” isimli kitapları yayımlandı. Evli ve üç çocuk annesidir.
Halil Yılmaz: Yazılı ve görsel basında engellilerin sunumu yapılırken onların gerçek sorunlarını dile getirmek yerine “ajitasyona dayalı” bir sunum tercih ediliyor. Yine aynı medya kadınları cinsel opje olarak öne çıkartıp reyting malzemesi olarak kullanıyor. Kadınlar, engelliler ve diğer dezavantajlı gruplar medya için potansiyel reyting malzemesi midir?
Emine Uçak Erdoğan: Sadece bu gruplar değil medya ne yazık kı her konuyu önce rayting beklentisiyle ele alıyor. Malzeme gözüyle bakıyor. Ama tabi kadın ve çocuk bu konuda daha çok istismar ediliyor. Özellikle internet sitelerine baktığımızda video galeriler hep ya kadın ya da çocuk üzerinedir. En kötüsü bu tip galerilerin gerçekten de çok tık alıyor oluşu. Yani bu sadece medyanın rayting düşkünlüğüne bağlayamayız, medya toplumun bu konudaki zaafını iyi kullanıyor.
H. Y: Muhafazakar medya diye bilinen, TGRT ve ihlas Haber Ajansı’nda çalıştınız. Diğer medya kanallarına baktığımızda bünyelerinde başörtülü çalışan olmadığını yada çok az olduğunu görmekteyiz. Aynı şeyi tersten düşündüğümüzde muhafazakar medyada da böyle bir oto sansür var mı? Örneğin mini etek giyinen bir bayan muhafazakar medyada iş bulabilir mi?
E. U: Muhafazakar medyada bu konuda daha iyi bir durum var. Kadınların giyimleriyle ilgili keskin kurallar veya öncelikle sebebi olarak görme gibi bir durum çok yaşanmıyor. Hatta o medya da ayrımcılığı yine başörtüsü yüzünden yaptı. 28 şubat sürecinde ilk işten attıkları başörtülü çalışanlarıydı yine aynı şekilde başka yerde çalışamazsınız diye başörtülü çalışanlarını daha az maaşlarla çalıştırdıklarını biliyoruz.
H. Y: İnternet kullanımının artmasıyla “yeni medya düzeni” diye adlandırılan bir değişimin içine girdik. Artık insanlar gazete satın alıp okumak yerine o gazetelerin internet sayfalarına girip okumayı tercih ediyor. Ve yine bu yeni medya düzeninde herkes bir yayıncı oldu. Beş dakikaya blog açıp görüşlerini herkesle paylaşabiliyor. Üstelik bu düzende herkes “kendisinin patronu” ne ona şu şu konularda yazı yazacaksın, şu şu konulara değ inmeyeceksin diyen birileri var. Size göre bu düzen konvansiyonel medyanın sonunu getirebilir mi?
E. U: Halen büyük çoğunluk aslında gazeteyi eline almadan gazete okumuş gibi hissetmiyor kendisini. Ama internet haberciliğinin hızı, gelişmeleri anında duyurabilmesi konvansiyonel yayıncılık için bir tehlike. Bu yayıncılık ancak titiz araştırmalara, olayların perde arkasına, farklı bakış açılarına eğilerek yani net gazeteciliğinde pek olmayan derinleşmeyi sağlayabilirse hızın getirdiği handikaptan etkilenmeden yoluna devam edebilir diye düşünüyorum.
H. Y: Daha önce yazar Satı İlen ve Rahmi Vidinlioğlu ile yaptığımız röportajlarda onlara Türkiye’de edebiyat alanında “engellilerin neredeyse yok sayıldığını, yayınlanan roman, öykü gibi eserlerde engellilere neden yer verilmediği sormuştuk. Edebiyatla yakından ilgilenen ve yayınlanmış iki kitabı olan biri olarak, size de aynı soruyu sormak istiyoruz. Size göre edebiyat dünyası neden kapılarını engellilere kapatmış olabilir? Bir yazar ve aktivist olarak ilerde konusu engelliler olan bir kitap yazmayı hiç düşündünüz mü?
E. U: Benim ilk kitabım Çanakkale savaşında kürt civanlar bir edebi kitap değildi öncelikle onu söyleyeyim sözel bir tarih çalışmasıydı. Ancak edebiyatın engelliler konusundaki kapanmacı tutumun toplumun algılarıyla da ilgili olduğunu düşünüyorum. Toplumumuzda engellilik halen utanılacak, ve toplum içinde yer almayacak bir durum olarak görülüyor. Engeline rağmen hayatını sürdüren, toplumsal başarı gösterenler o yüzden haber değeri görüyor. Edebiyatçılarımız da bu konuda toplum gibi düşünüyor ve böylelikle yok saymış oluyor. Biraz da toplumdan günlük hayattan olan kopukluğun da etkisi var tabi. Son dönem edebiyatına baktığımızda olayların en büyük çoğunluğu metropollerde geçiyor taşra neredeyse yok gibi.
Şu an yeni bir projem yok ancak engellinin değil bizim onlara bakışımızın engelli olduğunu her fırsatta dile getirmeye ve bu konuda yapılan çalışmalara destek vermeye çalışıyorum.
H. Y: Ülkelerin gelişmişlik düzeyine bakılırken ekonomik veriler baz alınıyor. Geçtiğimiz yılki verilere göre Türkiye Dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi oldu. Öte yandan bu ülkede hala cinsiyete, etnik kökene, dini inançlara dayalı olarak insanlara ayrımcılık yapılıyor. Yine bu ülkede 12 milyona yakın engelli yaşamasına rağmen sokaklarda tekerlekli sandalyesiyle özgürce dolaşan bir engelli görmek neredeyse imkansız. Mimari koşulların uygun olmayışı nedeniyle hepimiz evlerine kapatılmış halı altına süpürülmüş gibiyiz. Tüm bunlar göz önüne alındığında “gelişmişlik düzeyini” salt ekonomiyle ilişkilendirmek ne kadar doğru? Kendi halkına eşit yaşam koşullarını sağlayamam bir ülke gelişmiş bir ülke sayılır mı?
E. U: Bu handikap sadece engelliler için değil dediğiniz gibi hem inanç hem etnik unsurlar için de geçerli. Aslında daha genel bir ifadeyle insanın birey olarak kutsallığının giderek zayıfladığı bir sisteme doğru gidiyoruz. Bu sistemde ekonomik refah, düzenin devamı, devletin bekası insanın önüne geçiyor. İnsan için insana rağmen devam ettirilen bir süreç, insanın birey olarak kutsal olmadığı bir düzen ekonomik olarak ne kadar gelişmiş olursa olsun sorunların ortadan kalkacağını düşünmüyorum. Kendi toplumuna eşit ve adil bir hayat sunmayan bir ülke maddi bakımdan gelişmiş olabilir ancak manen uzun sürecek bir yapı değildir bana göre.
H. Y: Bizimle bu keyifli söyleşiyi yaptığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
E. U: Teşekkür eder, çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.