Eskiden İstanbul Film Festivali’ne gitmek için bilet almak daha zordu. Gişe önlerinde kuyruğa girip saatlerce beklerdiniz. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte her şey daha da kolaylaştı. Artık oturduğunuz yerden gitmek istediğiniz filmi seçip biletinizi alabiliyordunuz. Benim gibi bedensel engelliler için tüm bunlar sevindirici. Metrelerce uzayan kuyruğa girip ayakta bekleyemiyordum zaten.
62 ülkeden 222 yönetmenin 204 filmle katıldığı bu festivalde birbirinden güzel, ilgi çekici filmler var. Çok istediğim halde ulusal yarışmada Ufak Bayraktar‘ın Kümes, Tolga Karaçelik‘in Sarmaşık filmlerine bilet bulamadım. Ama Mehmet Eryılmaz‘ın Misafir‘iyle, Barış Atay‘ın Eksik filmlerini haftaya izleyeceğim. Oldukça merak ediyorum her iki filmi de.
Tüm sanatların mirasçısı: Sinema
Sinema benim için eğlenti değildir. Sinema tüm sanatların mirasçısıdır bana göre. Kamerayla yaşamdaki tüm görüngüleri anlatmak, her türlü gerçekliğidir ifadesidir. İşte ben o gerçekliğin içindeki her türlü izdüşümü ve çırpınışı seviyorum. Görüntülerle geçmişin, geçmişe ait bilgilerin, her çeşit insanın iç dünyası ve evrenin gizlerine gitmek beni zenginleştiriyor. Bu sanat, ışık gibi yolumu aydınlatıyor.
Film festivalindeki kimi filmler
İşte bu yüzden film festivallerini dört gözle bekliyorum. Bu yıl ki, film festivalinde Ulusal Belgesel Yarışması’nda Gavur Mahallesi, Trans özellikle ilgimi çekti. Çünkü ben de bir ötekiyim. Öteki olmanın çırılçıplak kalmak olduğunu çok iyi bilirim. Bu arada Citizenfour için basında oldukça övgüler duydum. Ne yazık ki, biletleri bittiğinden alamadım.
Festivalde İnsan Hakları bölümü, insan haklarının günümüzde her açıdan ihlal edildiğini düşündüğümüzde çekici kılıyor filmleri. Uluslararası yarışmada “Neden Tarkovski Olamıyorum” senaryo ve tema açısından güzel görünüyor. Balkanlar: Ateşin Sineması bölümü ise, şiddetin ve acının kol gezdiği topraklarda olanları yansıtması bakımından dikkatleri üstüne topluyor.
Dünya Festivallerinden bölümünde ise, Ole Giaver’in yönettiği Doğada Tek Başına için biletimi aldım. Bir doğasever olarak doğanın içinde olmanın güzelliği ve hazzının nasıl beyaz perdeye yansıtıldığını merak ediyorum. Bu arada David Gordon Green‘in Manglehorn filmine bayıldım. Al Pacino filmde harikalar yaratıyor.
Kaç engelli festivallere gidebiliyor?
Sinemadaki her gerçekliğin izleyiciye görüntüyle aktarılması beni çok etkiliyor. Sinemanın bu gücünü seviyorum. Sinemanın bu benzersiz niteliği farklı insanların farklı dünyalarına götürüyor beni. Tüm bunlar güzel de, kaç tane engelli İstanbul Film Festivali gibi şenliklere gidebiliyor? Sinemanın bu kudretini yüreğinde duyumsayabiliyor?
Modern mimari anlayış
Engelliler halen evlerinden dışarı çıkıp bağımsızca istedikleri yerlere gidemiyorlar. Çünkü insan soyu, toplumun her kesimine hitap etmeyen kentler dizayn etmiş ve kurmuş. Kurmayı da sürdürüyor.
Engelleyici kent tasarımı modern insanın bir çıkmazı olsa gerek…
Tek bir standart… Tek bir işlevsellik… Tek bir ihtiyaç…
Her türlü toplumsal farklılığın reddedilmesi ve çevre tasarımının tek biçimli olarak düzenlenmesi…
Modernizm çerçevesinde gelişen dayatmalara burada uzun uzun girecek değilim. O tamamen farklı bir konu. Ancak şunu da belirtmeden geçemeceğim. Her türlü kullanım değerinin ön plana çıkarıldığı, sözde biçimsel bir estetik uğruna engelli kişileri dışlamaya hizmet eden bir mimari anlayış, gayri insanidir.
Kent kültürü ve çarpık kentleşme
Toplumsal mekanlar soluk aldığımız yerlerdir. O mekanlarda insan insanla ilişki kurar. Bir kentin sokakları, alanları, meydanları canlı bir organizmadır. Oralarda her türlü statü, etnik-ırksal-dinsel ayrımlar, ideolojik- kültürel-siyasal farklılıklar birbirine karışıp erir. Bu zenginlik içinde birbirini etkileyen bir kültür ortaya çıkar. Her türlü dayanışma, hoşgörü ve sevgi ve anlayış ortamı serpilip gelişir.
Bu anlamda kent kültürünü çok önemsiyorum. Kuşkusuz kentlerin ortaya çıkmasında Sanayi Devrimi’nin katkısı yadsınamaz. Ancak, ülkemizdeki gibi bir çarpık kentleşme bu devrimden daha çok sosyo-ekonomik koşullara ve siyasilerin popülist yaklaşımlarına bağlı gözüküyor. Hızlı ve çarpık kentleşme her türlü alt yapı sorunu da beraber getiriyor.
Özgürlük bir aldatmaca
Bununla birlikte, tek tip mimarinin, çevre düzenlemesinin ya da her türlü çoğulculuğu reddeden şehircilik anlayışı, en çok engellileri tecrit ediyor. Bu anlayışla toplumdan koparılan bir engelli kitlesi yaratılıyor.
Kentin içinde yaşayan ama engellerden dolayı o kentin içindeki özgürlüğü soluyamayan bir kitle…
Güzelliklerden, doğal/toplumsal yaşamdan, insandan, iletişimden, paylaşımdan koparılan bir marjinaller topluluğu…
Peki, özgürlük nerde? Özgürlük bir aldatmaca yalnızca! Çünkü modern çağın şehir plancıları, mimarları, ideologları, siyasetçileri, size farklı olma izni vermiyor… Çünkü, özgürlükler adasında bir kölesiniz siz…
Kentli olmak demek, uygar olmak demektir… Bu nasıl bir uygarlıksa, kentleri dizayn edenlerin kendilerine özgü bir tek yasaları var.
Engellilerin önüne Ortaçağ despotları gibi koskocaman kaleler örüyorlar. Halen engelliler, kamu binaları, kültürel mekanlar, yaşadıkları evlere bağımsızca girip çıkamıyorlar.
Koca koca binaların girişlerine engelli rampaları yapılmadığı gibi mahalle ve sokakların yollarını inatla yüksek kaldırımlar süslüyor! Tüm bu eşitsizlikler, her türlü insan öznelliğini reddediyor. Engellilerin yaşamına ambargolar koyuyor.
Perdenin açılması için perdede görülmek zorundayız
Üstelik sinema gibi insanı değiştirip dönüştüren tüm sanatsal faaliyetlerden de alıkoyuyor. Örneğin, 34. İstanbul Film Festivali’ndeki mekanlar engellilere uygun değil. Ben yürüme güçlüğü çeken birisi olarak bir başkasının yardımı olmadan oralara girip çıkmak istiyorum. Çünkü ben de bu ülkede yaşayan herkes gibiyim. Kıstırılmış bir biçimde yaşamak istemiyorum.
Ne yazık ki, senaryosunu “sağlamcı” çevre plancılarının yazdığı bir filmde figüran bile değiliz. Üstelik diyaloglar çok ağır… Böyle bir film çekilemez… Perdenin açılması için perdede görülmek zorundayız…