HEM KADIN HEM ENGELLİ OLMAK (I)

Engelliler, bedenindeki bir organ çalışmıyor ya da yok diye farklı algılanmakta ve kategorize edilmektedir. Engelliler hakkında son derece basitleştirilmiş olumsuz bakış açıları vardır. “ Sen engellisin, işe yaramazsın, bir iş yapamazsın” önermesi bunun en bilinen örneğidir. Peki bu bakış açısı neden kaynaklanmaktadır?

—————————–
Kadınlar, yaşamlarının her aşamasında türlü zorluklarla karşılaşmakta, toplumsal yaşamda ikinci sınıf olarak görülmektedir. Kadın, çoğu kez evde oturan, ev işleri yapan, çocuk doğurup bakan birey olarak kabul edilmektedir. Erkek egemen bakış açısıyla kadına kimi roller biçilmekte, kadınların bu roller içinde yaşantısını sürdürmesi beklenmektedir. Bu sınırlar içinde kalan kadın, olumsuz anlamda ayrımcılığa uğramaktadır. Erkek egemen bir toplumda yaşamak sorun iken, buna engelli olmak eklenince sorunlar ikiye katlanmaktadır. Hem kadın hem de engelli olunca, insan olarak var olmak, yaşamda kalma mücadelesine dönüşmektedir. “Engelli” dediğimizde aklımıza ne gelmektedir? Fiziksel-zihinsel-ruhsal yapılarında bir eksiklik ya da bozukluk olanlar, sakat, özürlü, engelli kavramlarıyla tanımlanmaktadır. Ulaşım, eğitim, kamu hizmetlerinden yararlanmama durumunu yaratan, bedenin görevsel etkinliklerini yapamaması değildir. Devlet, hizmetler yapıp çözümler üretirken “normal insanlara “ göre hareket etmekte, toplumun bir kesiminin dışlanmasından dolayı engellenmişlik durumu ortaya çıkmaktadır. Sakat ya da özürlü kavramları, bireyin üstünde oluşan toplumsal ya da çevresel sonuçlarını tam olarak kapsamadığından bu konuda “engelli” kavramını kullanmayı yeğledim.

Türkiye İstatistik Kurumu (T.İ.K.) ile Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nce yapılan 2002 yılı engelliler araştırması sonuçlarına göre, toplam nüfusun %12,29’unu engelliler oluşturmaktadır.(1) Engelli nüfusun yarısının kadın olduğunu varsayarsak, “engelli kadın “ kimliğini nasıl sorgulayabiliriz? Kadın, bir yandan erkek egemen toplumun baskısı altında yaşarken, öte yandan engelli olmasından dolayı var olan olumsuz toplumsal düzenlemeler nedeniyle toplumsal yaşama katılamamaktadır. Bu durumda, “engelli kadın” iki kez ayrımcılığa uğramakta, kadın ve engelli olmanın güçlüklerini birlikte yaşamaktadır.

Eski çağlardan bu yana engellilere yönelik olarak geliştirilen tutum ve davranışların olumsuz olduğunu görüyoruz. Engellilerin tarihsel gelişimine baktığımızda, engellilerin öldürüldüğünden, dilencilik ve fuhuş yaptırıldığından söz edebiliriz. Dinlerin ortaya çıkması ile birlikte engelli bireylere, toplumca acıma ve yardım etme amacıyla yaklaşıldığı da yadsınamaz. 1950’li yıllardan sonra, engelli bireylerin, diğer insanlar gibi temel haklardan yararlanmaları görüşü kabul edilmeye başlanmıştır. Her ne kadar ülkemizde bu yönde yasal düzenlemeler yapılmışsa da, engellerin toplumsal yaşamın içinde yer aldığı söylenemez. Önce özne olarak engelliyi irdeleyip daha sonra kadın olmanın güçlüklerine gelecek olursak, şunları söyleyebiliriz.

Toplumsal önyargılar

Engelliler, bedenindeki bir organ çalışmıyor ya da yok diye farklı algılanmakta ve kategorize edilmektedir. Engelliler hakkında son derece basitleştirilmiş olumsuz bakış açıları vardır. “ Sen engellisin, işe yaramazsın, bir iş yapamazsın” önermesi bunun en bilinen örneğidir. Peki bu bakış açısı neden kaynaklanmaktadır?

Gündelik yaşamda bireyleri, işlerinde, eylemlerinde, büründükleri rollerde ve konumlarında görüyoruz; bu yüzden de onları ilk önce toplumsal bir kimlikle algılıyoruz: yan komşumuz ilkokul öğretmeni, yolun ortasındaki polis memuru, sınıftaki profesör, otobüs şoförü, lüks bir lokantaya girmekte olan çift… Bütün bunlar kişiyi ilk anda, herhangi bir eylemine ilişkin toplumsal tanımıyla oluşturduğumuz belirli bir kategori içerisinde algılamamıza yol açıyor. Kişileri bir kez toplumsal ilişkiler içindeki kategorilere koyduktan sonra (meslek, toplumsal konum, giyim-kuşam, fizik görüntü) , artık o kişiler hakkında bazı düşünceler edinmeye başlıyoruz. Örneğin, çalışkan öğrenciler kategorisine yerleştirdikten sonra Ahmet, bizim için artık belirli özellikleri olan bir kişidir. Kafamızda çalışkan öğrenci görüntüsü neyse, Ahmet de artık o yönde bir belirlemeye girecek ve onun bütün davranışlarını bu önyargıyla algılamaya başlayacağız. Böylece bütün polisler, bütün öğretmenler, bütün öğrenciler, bütün memurlar, bütün sarhoşlar, bütün tiyatro sanatçıları gibi göndermelerle kişileri “ tektipleştiriyor”, onları belirli algı kategorileri içinde görmeye başlıyoruz. (2) Tektipleştirme, önyargılı değerlendirme yoluyla kişileri belirli bazı kümeler içine yerleştirerek görmektedir. Algılama sürecinde çoğu kez toplumsal olarak oluşturulan ölçeklerin süzgeci içinde belirlenen bir işlemdir. Genellikle toplumsal açıdan “olumsuz” değerlendirmeleri içerir. Sosyal psikoloji kavramı olarak da, bireysel değerlendirmenin ve toplumsal ilişkilerin zenginliği ve çeşitliliği yerine, tek yanlılığını, benmerkezciliğini ve zayıflığını belirten bir nitelemedir. Toplumsal tektipleştirmenin dış kümelere yansıtılmış biçimleri, ırkçılığa kadar varan boyutlara uzanır. Toplumsal tektipleştirme, toplumca sağlanan ölçeklerle bireyi, kendi ulusu, ırkı, topluluğu dışındaki kişileri ortak özellikleri içinde algılamaya, çoğu kez tek yanlı bir algılama süreciyle diğer bireyleri toplu olarak değerlendirmeye zorlar. (3) Aynı durum toplum içindeki farklı kümelere de uygulanabilmektedir. Burada da, farklı olduğu vurgulanan “öteki” topluluklara yöneltilmiş tek yanlı ve önyargılı tutumlar sözkonusudur. (4)

Demek ki, toplumsal ölçekler önyargılara dönüşmekte, bu ölçekler, tektipleştirmeler yoluyla pekiştirilmektedir. Buradan engellilere gelecek olursak, sorunun temelinde bedenin engelli olmasının değil, engelin yarattığı gerekçelerle toplumun ya da devletin engellilere karşı geliştirdiği olumsuz tutumların var olduğu görülür.

Engelliliğin psikolojik ve toplumsal yönleri nelerdir?

Her fiziksel hastalık, arıza ve (organ) kaybı, kişide krize neden olur. Fiziksel arıza, kaybedilen organa, kişiye, kişinin içinde bulunduğu aile ve toplumun tutumuna göre çeşitli ruhsal zorlanmalara neden olur. Engelli kişi, (başlangıçta) kimlik ve varoluş krizi yaşar. Güven zedelenir. Yaşam altüst olur. Sosyal rol ve işlevlerde gerçek ya da endişe edilen zorlanmalar yaşanır. Gelecek endişesi, bağımsızlığını kaybedebileceği, çevreye bağımlı olduğu, gizlilik ve mahremiyet özgürlüğünün, yeterliliğinin, kısıtlanacağı endişesi gelişir. Vücut imajı ve kendi bedeninden memnuniyet duygusu zorlanır. Pişmanlık, suçluluk, öfke, çaresizlik, çökkünlük, matem, kızgınlık inkar gibi tepkiler gelişebilir. Yakınlarının sevgi ve anlayışını kaybedebileceği, terk edileceği korkusu yerleşir. Muhtaç olduğu ya da ihtiyaçlarını karşılayan sevdiği kişilere karşı (aile, eş, çocuklar, hekimler…) karmaşık ikilemli duygular gelişir. Ruhsal yapısının derinliğindeki eski çözümlenmemiş çatışmalar kişiyi zorlar. Böylece bedensel engellilik, ruhsal, sosyal, çevresel, ailesel, psikoseksüel gerçek ya da endişe edilen krizlere ve zorlanmalara neden olur. İnsanlarda, engelliliğin şiddet ve niteliği, kişilik yapısı ve yaşanılan ortama göre değişmekle birlikte, bedensel engellilik karşısında çeşitli ruhsal davranışlar, savunmalar içine girerler. Bu ruhsal tepkileri genel olarak şöyle tanımlayabiliriz. Matem tepkisi, kaygı, inkar ve red, kızgınlık, yansıtıcı, suçlayıcı tutum, aşırı bağımlılık, suçluluk, çökkünlük, çözülme. Bu süreçte, inkar, kayıp tepkisi ile gerçekçi kabulleniş uyum ve yeniden üreten, sevebilen duruma geçiş arasında çeşitli evreler ve süreçler vardır. (5)

Engelliler, engelliliği kabullenmekte güçlük çektikleri gibi bu durum engelli çocuğu olan aileler için de sözkonusudur. Engelli çocuğu olan ebeveynler, çocuğunun engelli olmasından utanmakta, engelli çocuğun toplumsal yaşama girmesi yerine sakladıklarına tanık olunmaktadır.

Engelli kadın ve eğitim

Engelli nüfusun okuryazarlık durumu incelendiğinde, altı ve daha yukarı yaştaki kişilerden okuma yazma bilmeyenlerin oranı ortopedik, görme, işitme, dil ve konuşma ile zihinsel engellilerde %33.33 iken süreğen hastalığı olanlarda %24.81 olduğu görülmektedir. Toplam nüfus içinde bu oran %12.94’tür. Okuma yazma bilmeyenlerin oranı cinsiyet bakımından ele alındığında, engelli erkeklerde okuma yazma bilmeyenlerin oranı, % 28.14, engelli kadınlarda %48.01’dir (6)

Görüldüğü gibi, okuma yazma bilmeyen kadınların oranı erkeklerin iki katına çıkmaktadır. Engelli çocukların genel eğitimi, özel eğitim okulları aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Ancak, okul sayısı yetersiz olup engellilerin çoğunluğu genel ve mesleki eğitimden yararlanamamaktadır. Ortopedik engelli kümesine giren engelliler, karma eğitim sistemi içinde kabul edilmektedir. Kaynaştırma eğitimin ortopedik engellilere daha yararlı olacağı görüşü yaygındır. Ancak, binalar ve mekanlar, ortopedik engelliler düşünülmeden yapıldığı için, gerek toplu taşımacılıkta, gerek yaya yolları ve geçitlerde gerekse binaların giriş ve çıkışlarında ulaşımı zorlaştıran engeller, engellinin eğitim almasını güçleştirmektedir. Çok katlı okullarda asansör olmadığı gibi kapı genişlikleri tekerlekli sandalye kullananlar için uygun değildir. Konuşma ve işitme, görme, zihinsel engelliler için özel eğitim veren okulların sayısı azdır. Donanım eksiktir. Zihinsel engelli çocukların eğitimi için yetişmiş öğretmene gereksinme vardır. Sonuç olarak, engelli erkek ve engelli kadının eğitim olanakları sınırlıdır.

Ancak, engelli kadın eğitim alamadığında, otomatik olarak erkek egemen toplumun baskısını üstünde duyumsamaktadır. Kadının evi yeridir, kadının görevi ev işleri yapmaktır gibi ataerkil düzenin bakış açısıyla, engelli kadın, dört duvar arasına kapatılmaktadır. Engelli kadının bireyselliğini kazanmasının, toplumda herhangi bir konum kazanmasının önemi yoktur. Engelli kadının meslek edinebileceği engelinden dolayı düşünülmez. Çünkü, toplum erkeklerden katkı, engelli kadından kimi kez sunu, kimi kez ise, hiç birşey beklememektedir. Erkek egemen bakış açısına göre, engelli kadın, kendi kendine yaşamını sürdüremez. Hem kadın hem de engellidir. O korunmaya muhtaç “aciz” birisidir. Engelli kadını korumak, baba/erkek kardeş/kocanın sorumluluğudur. Engelli kadının engelin yarattığı gerekçelerle dışarıdan gelecek tehlikelere açık olduğu, bağımsız hareket edemeyeceği düşünülür. Bu yüzden, kimi aileler, engelli kadının sokağa yalnız başına çıkıp dolaşmasına izin vermez. Kimi aileler için engelli kadın bir yüktür. Kısacası, engelli kadının aileden kopup kendi bireyselliğini edinmesi için zorlu bir mücadele vermesi gerekmektedir.

Dipnotlar:
1) http://www.ozurluveyasli.gov.tr.
2) Doç.Dr.Barlas Tolan, Ben ve Toplum, Teori Yayınları, Ankara, 1985, s.195
3) age., s.197
4) age.,s.198
5) Prof. Dr. Sedat Özkan, Bedensel Özürlülüğün Psikososyal Yönleri, Sevgi Çemberi, 1994, Yıl:2, Sayı:16-17, s. 19
6) http://www.ozurluveyasli.gov.tr.

Yorum yapın