DÜŞÜNCELERİMİN GİZLERİNDE GEZİNİRKEN

GÜNLERDEN CUMARTESİ

Günlerden cumartesi. Eskiden iple çekerdim hafta sonlarının gelmesini. Çünkü kendime ait zamanların bol olduğu günlerdi o günler. Ya sevdiğim bir film izler ya da tiyatroya giderdim. Veyahut elime bir kitap alır, türlü serüvenlerin içinde kaybolurdum. Aslında üçünün de ortak paydası aynıydı.  Değişik yaşamlar, değişik insanlar tanımanın ulaşılmaz albenisi çeker dururdu beni. Çünkü her birinden alabileceğim lezzet başkaydı. Hayatı benim algıladığım gerçekliğin dışından bakarak algılamak ya da yaşamı farklı pencerelerden görerek hem kendimi hem de diğer insanları anlama çabasıydı bu.

ZAMAN… AHH!  ZAMAN !

Zamanla cebelleşir dururdum sıklıkla. Çalışan bir kadın olunca her şeyi belli bir program içinde yapmak zorundasınız. Yoksa kendinize ayıracak pek zamanınız kalmaz. Hafta sonları temizlik, çamaşır, ütü, yemek derken saatin yelkovanı canını dişine takarak beni alt ederdi kimi kez.
İşte  bir cumartesi akşamı yine. Tek fark artık emekliyim. Ama yine de zamanla yarışıp duruyorum. Eski alışkanlıklardan olsa gerek hâlâ ev işlerini cumartesi günlerine sıkıştırıveriyorum. Bu nedenle de üstümde kocaman bir ağırlık var. Bedenimin yorgunluğunu unutmak için günlük gazeteleri alıyorum elime. Ana başlıkları okuduktan sonra down sendromlu bir sporcunun başarı haberi dikkatimi çekiyor öncelikle.

CANER’İN BAŞARISI

Caner Ekin down sendromlu bir sporcu. Kıtalararası Boğaziçi Yüzme Yarışı’na iki yıl üst üste katılarak parkuru başarıyla tamamladığı gibi İrlanda Özel Olimpiyatları’nda bir altın bir gümüş madalyası ve  çeşitli şampiyonalarda birincilikleri var. Anne-babası Caner’in doğduktan sonra down sendromlu olduğunu öğrendiklerinde kafalarına taş yemiş gibi olmuşlar. Önce bu durumu kabullenememişler. Sonra da çocuklarının eğitimi için kitaplar okumaya ve okul araştırmaya başlamışlar. Caner’e uygun bir okulu evlerine 25 km uzaklıkta bulmuşlar. Bu arada büyük sıkıntılar yaşamışlar. Caner’in okula gidip gelmesi büyük sorun olurken toplumun olumsuz davranışlarıyla karşılaşmışlar. Örneğin insanların, “biz senin deli çocuğunu çekmek zorunda mıyız” gibi tutumları olmuş.  Çocuklarının eğitim sorununu çözdükten sonra onu spora yönlendirmişler. Ama ailesi bu tür zorluklar karşısında yılmamış ve çocuklarını nereye giderlerse gitsinler yanlarında götürmüşler. Bu süreçte Caner hem sporun hem de ailesinin katkısıyla sosyalleşerek büyük başarılara imza atmış.
Bu haberi okuduktan sonra insanların engellilerle ilgili kafalarındaki “ide”lerin tarihin en eski çağlarından bu yana değişmemesi canımı sıkıyor. Bir yandan Caner’in başarısı karşısında sevinç duyarken öte yandan insanların belleklerinde kalıcı olan ve hiç değişmeyen bu “ide”leri gördükçe böğrüme bir ağrı saplanıyor. Bir dönem de beyaz camda müzik yarışmalarıyla düşüncelerimizi  belirleyen “normallik” ideolojisi tüm topluma pompalanmamış mıydı? Dahası bu komedi yetmiş milyonun önünde oynanmamış mıydı?

2000’Lİ YILLAR

O günlerde   kaliteli filmler olurdu TRT’de 2’de. Ben de ruhumu güzel bir filmin kollarına bırakmak için acele ederdim. Bir gün yine ekran başına oturmuş filmin başlamasını bekliyordum. Ancak, program akışını değiştirilerek filmin yerine maç konulduğunu görünce, düş kırıklığına uğradım. O kanaldan bu kanala zaping yapmaya başladım. Bir müzik yarışmasında sahneye engelli bir gencin çıkmasıyla ekrana kilitlendim. Müzik yarışmasından çok katılan adayın engelli olması ilgilendirdi daha fazla. Şarkısını bitirdikten sonra jüri üyeleri teker teker engelli gençle ilgili düşüncelerini söylediler. Bu yarışmayı izlemediğimden yarışmanın önceki aşamalarından haberim yoktu. Meğerse, daha önce jüri üyeleri engelli adayı fiziki görünüşünden dolayı “pop star” olamaz diye elemişler. Ancak, o halk oyuyla üçüncü finalist olarak geri dönmüş.
İşte o an beyin hücrelerim dumura uğrayarak “normallik” ideolojisine isyan etti.  Yetenekli bir genci “engelli” diye sırf fiziki görünüşünden dolayı elemişler. Neymiş? “Pop star” olamazmış. Halen bizlere dayatılan bu zihniyeti anlamakta güçlük çekiyorum.
Bütün dünyada “sağlam bedenlilik” ve “güzelliğe” pek önem veriliyor. Sonra da eksik bir uzuv kişinin tüm varlığına indirgeniyor. İnsan, birilerinin saptadığı bu “normallik” ideolojisinden bir milim bile dışına çıkmıyor. Sonra da o ideoloji doğrultusunda “engellilerin “ yaşamları oldukları yere çivileniyor. Ben de benzer şeyler yaşamadım mı? Kendi yaşamımdan kesitler gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyor.

ŞEFLİK SINAVI...

Çalıştığım kurumda şeflik sınavı olacaktı. Bizim bölümden şef adayı beş kişiydik. Biri de bendim.  İki kişilik boş kadro vardı. Benden yaşça büyük olan, görmüş, geçirmiş engelli bir ağabeyimle bu konu üzerinde sohbet ediyorduk.
Sınav ile ilgili olarak şansımın ne olacağını sordum kendisine. “ Seni hayal kırıklığına uğratmak istemem ama engelli olman senin için bir dezavantaj “ dedi. “ Niye olsun ki “ dedim. “ Ben bilgime, kendime güveniyorum. Benim diğer insanlardan yaptığım iş açısından bir farkım yok. Hatta onlardan daha çok çalışıyorum. “ diye ekledim. “ Evet, haklısın ama insanlar yönetici koltuklarında kelli, felli, koltuğu dolduran, o koltuğa yakışan (nasıl anlayışsa bu !) idareciler görmek istiyorlar. Bir engelliyi yönetici olarak o koltuğa yakıştıramıyorlar. Beni alalım örneğin. Çift bastonla yürüyen bir adam. Müdür olabilir miyim sence?”  diye bana doğru gülümseyerek sordu. “ Neden olmasın? “ dedim.

ÖNYARGILARIMIZ…

“Bu konu aslında tamamen engelliliğin negatif olarak algılanması ve önyargılarla ilgili bir konu “ diye yanıt verdi. “ Nasıl yani “ dedim. “ Ta küçüklüğümüzden itibaren ailemiz, çevremiz, arkadaşlarımız, devlet aracılığıyla neyin değerli, iyi ya da kötü olarak algılayacağımızı öğrendik. Yaşamı öyle algıladık. Engellilerle ilgili önyargılar geliştirdik. İşte bundan dolayıdır ki, insanlar, çift bastonlu birisinin yeteneği, kapasitesi ne olursa olsun onu yöneticilik koltuğunda görmek istemiyorlar. Çünkü engellilere acıyarak, yardıma muhtaç kişiler olarak bakıyorlar. Böylece hem birey hem de toplum olarak bu tür önyargıları ayrımına varmadan içselleştiriyoruz.“ dedi. “ Evet, haklısınız galiba. Desenize işim çok zor” diye buruk bir sesle yanıt verdiğimi anımsıyorum.

SEN DEFOLUSUN ! HİÇBİR ŞEY OLAMAZSIN !

Bu zihniyet yüzünden kaç tane engellinin umutları tükendi? Bu zihniyet yüzünden kaç tane engellinin yaşamı dayanılmaz duruma geldi? Bu zihniyet yüzünden kaç tane engelli toplumsal yaşamda yerini alamadı? Daha sayımızın bile ne kadar olduğunu bilmiyoruz.  Sistemin ideologlarınca meşrulaştırılan “normallik” ideolojisiyle topal, kör, sağır, spastik, kambur, cücelerin v.s. v.s. çevresi kuşatıyor.  Sonra da o ideolojinin gücüyle asıl engelin yeti eksikliği olduğu gözümüzün içine içine sokuluyor. Böylece, “ normallik” ideolojisiyle engellilere göre düzenlenmeyen toplumsal yaşamın gereklerinin üstü kapatılıyor. Artık “normallik” ideoloji çoğunluğun elinde bir kırbaçtır. O kırbaçla ideoloji ete kemiğe bürünüyor. Toplumsal yaşamın her aşamasında karşınıza çıkıyor. Sonra da “sen defolusun! Hiçbir şey olamazsın.” deniliyor.  Hukuk fakültesini bitirirsiniz. Hakim olamazsınız. Siyasal bilgiler fakültesini bitirir kaymakam ya da müfettiş olamazsınız. Halka ilişkiler okursunuz ama halkla ilişkiler müdürü/müdiresi olamazsınız. “Pop star” olamazsınız. Şef olamazsınız. Niye? Bir organın eksik ya da tam çalışmıyor diye? Peki, gerçekte öyle mi? “

ETE KEMİĞE BÜRÜNEN İDELOJİ

Çünkü, bu sistemin ideologları, kapitalist sistemin yürümesi için üretiyor o ideolojiyi. Çünkü, kapitalist ekonomide “sağlam bedene” gereksinme var. Bu ideologlar, içinde yaşadığımız sistemi haklı ve doğru göstermek için televizyonuyla, edebiyatıyla, sanatıyla, diliyle, kültürüyle yeniden yeniden oluşturuyor. Çaktırmadan yapıyor tüm bunları… Sonra da tüm bu zincirler birbirine eklenerek her bireyin davranışlarını etkiliyor. İdeolojiyle bizlere dayatılan zihniyet her birimizin içinde yaşıyor. Çünkü, kapitalist düzende insan yalnızca bir metadır. İnsan yaşamının bir önemi yoktur. Önemli olan sistemin ayakta kalmasıdır. İnsan hakları mı? Yalnızca bir kağıt parçasıdır!

DÜŞÜNCELERİMİN GİZLERİNDE GEZİNİRKEN

Yine de umutsuz değilim. Düşüncelerim arasında gezinirken, tragedyaları ben de büyük bir etki bırakan ve çağının tüm sorunlarıyla bir asker gibi savaşan Euripides’in söylediği bir cümle aklıma düşüyor. Bu yürekli ve yalnız insan “ düşüncenin gizlerinde gücümü buldum” diyordu. Ben de Euripides’in peşine takılarak antik çağdan günümüze kadar neden engellilerin yazgısının değişmediğinin yanıtını bulmak için “normal”den sapıp düzenden kopuyorum.  Dionüsos  şenliklerindeki kadın müritlerin arasına katılıyorum düşlerimde… Sonra da “ sen defolusun! Hiçbir şey olamazsın!” diyenlere inat gül kokulu “ yarım beden” postumu giyip  Hephaistos’un önünde “defolu bedenlere” övgüler diziyorum.  Olmaz mı? Hem de öyle güzel olur ki…

Yorum yapın